“Neden herkesin sonunda buraya geldiğini anladım. Zürih yaşlanmak için iyi bir şehir. Ölmek için de. Eğer ömrün bir nevi Avrupa coğrafyası varsa dağılımı şöyle olmalı: Paris, Berlin ve Amsterdam, tüm laubalilikleri, esrar kokusu, Mauer Park’ta bira içmeleri ve çimlerinde yuvarlanmalarıyla, pazar günlerinin bitpazarları, cinselliğin uçarılığıyla gençliğe ait olmalı... Sonra Viyana veya Brüksel’in olgunluğu geliyor. Hızın yavaşlaması, konfor, tramvaylar, faal sağlık sigortaları, çocuklar için okullar, biraz kariyer ve avro memuriyet.” -Zaman Sığınağı, Georgi Gospodinov, sf. 35, Metis Yayınları, Mart 2023
Brüksel’e ilk seyahatim 2016 yılı Aralık ayındaydı. Noel pazarlarının kurulduğu, ışıklı, soğuk kış günleriydi. Şehrin merkezine -Grand Place- yakın bir ev tutmuştuk. Biraz problemli bir evdi ama her yere yürüyerek gidebilme avantajından da vazgeçememiştik. Brüksel’in diğer Avrupa şehirleriyle bağlantısından çok etkilenmiştim. Amsterdam’da yaşayan bir arkadaşımla günübirlik görüşme fırsatını bulabilmiştim. Hayatımda ilk defa Paris’e Brüksel’den gittim. Şehirle tanıştım, o dönemde Paris’te yaşayan liseden bir arkadaşımla buluştum, şahane bir akşam yemeği yedikten sonra Brüksel’e döndüm. Trenle yaptığım bu seyahatlerde gördüm ki insanlar işleri için farklı şehirlere gidip geliyor. Bu hareketliliğe özendiğimi hatırlıyorum. Bizim çalışma yerimiz bellidir. Seyahat imkânı pek çok iş kolunda yok denecek kadar azdır. Değişim pek gerçekleşmez. Zamanla daha içine kapalı bir düzen kurulur. Mutlu, sağlıklı yaşamın da bu kapalı alanlarda olduğuna inanılır. Yakın çevremiz, ailemiz de bunu destekler. Güvenli alanlar üzerine güvenli alanlar kurar, birbirimizden koparız. Brüksel’de beni ilk etkileyen bu “birliktelik” hali olmuştu. Birlikte yaşamanın insana verdiği iyilik, mutluluk hissi... Brüksel’e ikinci seyahatimi 2022 yılı Haziran ayında yaptım. Avrupa çok sıcak ve kurak bir yaz geçiriyordu. O tarihlerde Brüksel’de de hava epey iyiydi. Sandaletle dolaşabiliyordunuz. Günler uzamıştı. Hava saat 23.00 civarı kararıyordu. Beraber seyahat ettiğim kişilerin programları yoğun. İş toplantıları var. Bu sebeple iki-üç gün akşam yemeğine kadar şehirle baş başayım. Günü planlamıyorum, rahat hareket ediyorum. Şehrin beni yönlendirmesini bekliyorum. Brüksel’in kendine ait bir hızı var. Sessiz bir hız. Ben de sabahları sessiz kalmayı sevenlerdenim. Sessiz fakat aktif. Altı yıl öncekinden farklı bir ben ve Brüksel, bu sessiz hareketlilikle yaklaştık birbirimize. Otelin beş yüz metre ilerisinde büyük bir park var. Rotamı oradan başlatıyorum. Boş bir bankta bir saat kitap okuyarak güne başlıyorum. Sonra bir müze geziyorum. Öğle vakti bir başka parkın içinde yemek yiyor, bir kadeh şarap içiyorum. İki-üç kelime Fransızca konuşmak hoşuma gidiyor. Sohbetlere kulak kabartıyorum. Çok dilli ve renkli bir şehirdeyim. İç sesim dingin. Beklentim yüksek. Beklentilerimle temas ettikçe neşeleniyorum. Neşe, insan bünyesi için önemli, mutluluğu beraberinde getiriyor. Mutlu olduğunda, iyi iletişim kuruyorsun, olaylara iyimser bakabiliyorsun.
Öğle yemeği sonrası ana caddeden sapıyorum. Ara sokaklarda haritaya, telefona bakmadan ilerliyorum. Evleri gözlüyorum. Mimariyi inceliyorum. Sessiz sokaklardaki hayata karışıyorum. Akşam üzeri merkeze doğru geliyorum. Turist gruplarının arasından ilerliyor, pasaja giriyorum. Sinemada hangi filmlerin gösterildiğine bakıyorum. Evet, aslında bu filmi izlemek isterdim ama seansın saati uygun değil. Gökyüzü açık, merdivenlere doğru yürüyorum. Günün tasasız, mücadelesiz akışı beni şaşırtıyor, rahatlatıyor. Bu seyahatten bir süre önce, bir insan orta yaşını nasıl bir yerde geçirmeli diye düşünmeye başlamıştım. Yazımın girişinde alıntı yaptığım kitabı da henüz okumamıştım. İnsanın heyecanını yitirmeden yavaşlamak istemesi mümkün ama yavaşlaması mümkün olmayan bir şehirde bunu gerçekleştirmeye çalışması çok zor.
Akşam, buluştuğum insanlar soruyor, “Günün nasıl geçti, sıkılmadın ya?” Hayır diyorum, sıkılmak ne mümkün Brüksel’de. Güneşe veriyorum yüzümü. Saat ilerlemiş̧. Soğuk bir bira daha söylüyorum. Masadaki sohbete karışırken kulağımda bir fısıltı: “Yarın aynı saatte, aynı parkta.”
Brüksel’de uzun zaman sonra şehirle, sokakla randevulaştım. Seyahat ederek, isteklerimize karşılık veren yerleri bulmak, kendimizle baş başa kalmak, iç sesimize kulak vermek mümkün. Brüksel, ressam René Magritte’in tabloları gibi... Mavi, yeşil, gri, siyah, turuncu. Hem ışıklı hem loş̧. Hem resmi hem coşkulu. Müzikli, sinemalı, eğlenceli ve kesinlikle içine kapalı değil.
Comments