Sanatta kusursuzluk; tıpkı ütopya gibi, kaynağı bizde ama gerçekliği hep başkalarına, toplumlara, kalabalıklara bağlı bir hayal, bir arzu, bir “ah keşke” deme hali sanki... Kimse sınırları, yasaları ve sonuçları herkesçe tamamen onaylanmış resmi bir ütopya yaratmamış, kusursuz sanat kategorisini çerçeveleyecek kriterleri belirleyememiş olsa da, her ikisinin de mümkünlüğünü düşünebilir olmak bile içimizi aydınlatmaya, şimdi pes etmeyip sonrayı kovalamaya, her haliyle bu günü bir atlatalım da yarın daha iyi bir iş çıkarırım düşüncesiyle bizi büyülemeye yeter.
Kendini Gerçekleştirebilme Hali
Sanatta kusursuzluk arayışı 15. ve 16. yüzyıllarda, hatta belki de daha eski dönemlerde başlamış olsa da, her dönem değişiklik gösterebilen belirleyiciler nedeniyle, hepimizin hemfikir olabileceği uluslararası bir standardizasyondan bahsedilemeyecek kadar öznel ve haliyle de değişken kriterler arasında yapılan bir yolculuk gibi benim için. Kendi sanatına olan güvenini, yeteneğini sorgulamayı bir türlü bırakamayan bir sanatçının hayatı, an gelip kendi ütopyasına, kendi kusursuzluğuna inanmaya başladığı noktada aslında kendini gerçekleştirebilme lüksüyle kesişir. Bu ütopik kusursuzluğu yaratabilme düşüncesi kendini sanatsal anlamda bir başka sanatçının ürettikleri, kazancı ya da toplumda sanatına ayrılan yer üzerinden değerlendirmeye doğru evrilirse, başka bir deyişle sanatçı: “Ben şunun kadar iyi bir sanatçı değilim” ya da başka bir uçta “Bana da aynı fırsatlar verilmiş olsaydı daha iyisini yapardım”ları baz alarak üretmeyi seçtiği an, bir başkasının kusursuzluk ütopyasında savrulur bulur kendini. Kendi ütopyasını bulan sanatçı ise “Ben olsam nasıl yapardım?” ya da “Ben olsam şöyle yaparım” diye ilerlerken kendi sanatsal kusursuzluğunda, en önce kendine izler bırakır. “Ben buyum, buyurun bu da kendi kusursuzluğundaki sanatım” diyebilir olmak bir nevi... Bütünüyle kendini gerçekleştirebilme hali tam da bu işte. Kişinin tüm öznel renk ve becerileriyle kendini gerçekleştirebilmesi kadar kusursuz bir sanatsal varoluş olabilir mi? Bu denli kendisiyle dopdolu olmak, özünde başkalarının kusursuzluk denklemlerini hiç hesaba katmadan, hatta kendisiyle tam da karşılaşmadan önce belirlediği kıstasları bile göz ardı ederek kendini, kavramları ve sanatı yeniden, kendince tanımlama yetisi olamaz mı yetenek? Bu yetenek görünür olabildiği sürece kişinin sanatsal kusursuzluk yolculuğu da evrilmez mi? Bence tam da böyle bir yolculuk sırasında, başkalarınca belirlenen kusurlardan kişinin kendi kusursuzluğuna geçişler başlar sanatta. Bir başka sanatçıdan daha iyi ya da daha kötü bir sanatçı olma durumu değil de, “Kendi içimde kendime paralel başka nasıl bir sanatçıyım? Bu yaptığımı şimdiki ben şu durumda nasıl yaparım?” diyebilme hali.
Sol: Dünyaca ünlü Mona Lisa tablosu 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesine Louvre Müzesi'nden alınarak korunmak üzere saklanmıştı.
Sağ: Florida, Fort Lauderdale'de sergilenen Daniel Popper imzalı heykel.
Kusurlarına İyi Davranmak
Bir gün sanatçı addedilmeyen birinin hemen ertesi gün birilerince sanatçı, iyi sanatçı, çok iyi sanatçı diye tanımlanması da bu kendi kusursuzluğuna gömülmüş sanatçı hali olmadan mümkün müdür? Kendi kusursuzluğunun peşinden giden Modigliani’nin eserleri, o ölmeden önce de o öldükten sonra da aynı öyle değil mi? Bir dönem için sanatçı bile olamayan Modigliani, bir sonraki dönemde iyi sanatçı hatta çok iyi sanatçı olabilmiş biri. Modigliani kendi sanat yolculuğunda başkalarının kusursuzluk ölçülerine uymayışını önemsese ve kendi kusursuzluğunda ilerlemekten vazgeçip dursa, hiçbir zaman Picasso olamayacağı için bir gün Picasso kadar iyi bir Modigliani olma ihtimalini de kusurlara feda etmiş olmaz mıydı? Hem de kendisine bile ait olmayan, “Picassovari” kusurlara? Elimizde yalnızca kendimiz ve doğamız gereği sürekli yer değiştiren duygularımız olduğu, bu değişken duyguları sanat aracılığıyla yine duyguları değişken başkalarının beğenisine maruz bıraktığımız gerçeğini unutmadan kendi kusursuzluk ütopyamızda diretmeliyiz. Ancak bu şekilde, kendi sanatsal yolculuğumuza çıkabilme yeteneğimizi keşfetme ihtimalimiz var. Video oyun sektörünün önemli dijital sanatçıları arasında gösterilen Chengwei Pan’ın “Mükemmeliyetçilik, objenin mükemmel olmasına duyulan arzusudur; objenin mükemmel olması durumu değildir,” sözü; sanatçı olmayan kendimin, özellikle birlikte çalıştığım sanatçıların kendi sanatlarının kusursuzluğunu ararken karşılaştıkları kusurlarına iyi davranmalarını gönülden haykırışımda sırtımı yasladığım çağdaş bir duruştur. “Sanatın kusursuz olmayacak, ama sen yine de niyet et” der gibi çınlar kulağımda. Sanatını, yapım aşamasında yalnızca kendisine adayan ve başkalarına yansıyacak olan sonuçlarıyla ilgilenmeyen bir sanatçı, kendi sanatının kendi kusursuzluğunu yakalamış olmaz mı? Başkalarının başkalarına layık gördüğü ödülleri, sosyal medya beğenilerini ve kendi kusursuzluk yolculuğumuzda kendi kusurlarımıza başkalarının biçtiği ölçü ve değerler üzerinden bakmayı dışımızda bırakarak üreten her birimiz kendi kusursuzluğumuzun ütopyasını gerçekleştirmiş sayılmaz mıyız? Kendi sanatsal kusursuzluk yolculuğuna, sanatına kendisi gibi kusursuz gözlerle bakan başkalarını da katabilmiş bir sanatçı kendisine hayran, ütopyasına da topluluk yaratmış olmaz mı? Sanatsal ütopyalarla dolu bir kusursuzluk mümkün; sanatsal kusursuzlukla dolu bir ütopya da mümkün. “Peki, kendi sanatım hangisinde daha kusursuz durur?” diye sorarsanız, niyet etmekle başlayıp görelim derim.
Comments