Sahne sanatlarının ve müzik dünyasının perde arkasında çalışmaya 2005’te başladım. Çocukluk yıllarımda oluşan konser ve sahne merakım beni hâli hazırda iyi bir festival ve konser seyircisi yapmıştı, ama mesleki açıdan asıl BKM’de büyüdüm diyebilirim. Dile kolay, on yedinci yılıma girmek üzereyim. Onların açtığı yolda dünyaya mal olmuş pek çok sanatçıyla çalışma fırsatım oldu. Madonna’dan Mamma Mia müzikaline uzanan geniş ve renkli bir skala... Yani, sahne üstü ve sahne arkasının farkını görme şansını elde eden bir avuç insandan biriyim. 2008 yılının Kasım ayı... 20 yıl sonra geri dönmüş bir “usta” ile kavuşmak için en güzel ay. Leonard Cohen’i ilk kez Londra O2 Arena’da canlı dinlemiştim. Bana tüm duyguları teker teker yaşatmıştı. Kadınlara kadınlığı, erkeklere adamlığı; hepimize ölümü, ayrılığı, gülmeyi, cinselliği, doğayı, dinleri, inançları ve dünyayı tane tane anlattı. Üç saati geçen muhteşem performansına doyamadan çıkmıştık. Ben yaklaşık bir hafta durmadan onu dinlemiştim, başka müzik dinlemek ihanet olur diye…
Yıl, 2009… İstanbul’un birçok uluslararası sanatçıyı ağırladığı yıllar... 2009, benim 17 senelik uluslararası organizasyon yolculuğumdaki en önemli yıl olacaktı, çünkü Cohen 4-5 Ağustos’ta Harbiye Açıkhava’da, 10 bin kişiye unutulmaz bir deneyim yaşatacaktı. Kendisinden ve ekibinden sorumlu bir çekirge olarak bu durumlara alışık olduğum halde; takım elbisesi, önü ilikli ceketiyle karşımda duran, selamlarken şapkasını çıkaran usta karşısında donup kaldım, konuşamadım. Sırtında kimseye taşıtmadığı gitarı, yanında orkestrasıyla pasaport işlemleri bitene kadar bekleme odasına geçip koltuğa oturdu. Gitar kılıfının kenarından bitkisel yağlar çıkarıp ben dâhil herkesin bileğine sürmeye başladı. Bakmadığı bir anda kendimi bir köşeye atıp BKM Genel Müdürü Zümrüt Arol Bekçe’yi aradım ve söyleyebildiğim tek şey bitkisel yağları çok sevdiği oldu (Sonra İstanbul’dan ayrılana kadar ustanın yanında telefona bakmaktan bile utandığımı hatırlıyorum.). Zümrüt de sanırım akla gelebilecek her yağ çeşidini ofise getirtip günlerce ofisi yağ kokuları içinde bırakmıştı. Çünkü o da Cohen’in Londra’daki konserinde benim gibi hipnotize olmuştu. Biz çoktan kendimizi ustanın çemberine bırakmıştık. Bir otobüsle hep beraber kaldıkları otele gittik. Orkestrası ve teknik ekibiyle hep aynı koşullarda olmak istiyordu. Otele girdiğinde kendisi için ayrılmış süit dairesinin anahtarını direkt ekibinin en genç üyesine verdi (Hep öyle yaparmış.). Yaş aldıkça daha muhteşem olan o derin ses tonuyla teşekkür edip dinlenmeye çekildi.
Sınır çizmek nedir, bana o öğretti. Özel hayatın kutsallığını ve ona saygı duyulması gerektiğini, yalnız kalabilmenin güzelliğini, disiplini…
Ve sonunda İstanbul seyircisiyle buluşacağı o ilk gece geldi çattı. O gün aldığımız yağları verdik kendisine. Odasına girdiğimizde bizi kendi evindeymiş gibi ağırlaması, hediyeyi açarken yaşadığı heyecan ve çocuklar gibi sevinmesi karşısında dizlerimizin bağı çözüldü. O anı, sağ olsun turne menajeri ölümsüzleştirdi. Çünkü bizim o anda konuşacak kelimemiz yoktu. Nasıl olsundu ki zaten?
Otelden konser alanına giderken otobüsteki yerini ilk o almıştı. Orada anladım disiplinini… Ve saatler 20:55’i gösterirken sahne arkasında belirdi. Turne menajerinden bize 10 dakika vermesini rica ettik. Biz malum İstanbul trafiğini açıklarken tam 21:00’da usta sahneye çıktı. Turne menajeri, şu ana kadar hiçbir şekilde anons edilen saati bir dakika bile geçirmediğini, hatta U2’dan Bono’yu bile tüm ısrarlara rağmen beklemeden sahneye çıktığını anlattı bize. Son anda gelenlerin, geç kalanların yüzündeki utancı unutamıyorum.
Ve ayin başladı… Kiminin elinde şiirleri, kiminin elinde kitapları adeta ders takip eder gibi nefessiz dinlediler. Benim Londra’da yaşadığım tüm duygulardan geçtiklerini görüyordum. Bir solistin orkestrasını nasıl tanıtması gerektiğini de o öğretti bize; bu da yetmedi, bir de tüm ekibi sahneye davet edişi, her birine teker teker ettiği iltifatlar…
Sonra ne mi oldu? Ben her fırsatta yine onun konserinde buldum kendimi. Yağları bitince hep ona yağ yollar oldum. Ekibi sağ olsun, neredeki konserine gitmek istersem isteyeyim, beni hep ağırladılar. Eylül ayında Barcelona’da konserleri vardı. En yakın arkadaşlarımdan biri olan Katalan Merche’ye sordum, gelir misin diye. İlk önce çok yanaşmadı, “Bana ağır gelebilir,” dedi. Israr ettim, iyi ki de etmişim… Yanımda otururken benim ilk dinlediğimde tecrübe ettiğim o duygu silsilesini Merche de yaşadı. 2010 yılında ustanın oğlu Adam, Los Angeles’a bir konferans için gittiğimde beni oğlunun doğum gününe davet etti. Torununun doğum gününde yine takım elbisesiyle karşımdaydı. Karşılıklı birer kadeh şarap içtik. Son olarak ise 2016 yılında aramızdan ayrılmadan önce bir kafede gördüm onu. Albüm çıkaracağını, stüdyoda olduğunu, sağlık durumunun iyi olmadığını söylediler… İçimden, bu beyefendi ama son derece muzip şakaları da olan ustanın dünyanın bu halini görmemesi gerektiğini geçirirken, nasıl bir Kasım ayında hayatıma girdiyse, 2016 Kasım’ında da fiziksel olarak hayatımızdan çıktığını öğrendim.
Kabul edemiyorum… Ben onun hâlâ yaz aylarında Hydra Adası’nda vakit geçirdiğine inanmak istiyorum. Hâlâ bir kadın görünce nasıl şapkasını çıkardığını, orkestra elemanlarına yağ sürdüğünü, hâlâ resim yaptığını düşünmek istiyorum.
Onun hayatımda hep özel bir yeri oldu. Kariyerimin on yedinci yılında, sorulduğunda hâlâ hiç düşünmeden ona “usta” diyorum ve tüm öğretileri için teşekkür ediyorum. Bize son bıraktığı albümden “Traveling Light”ı dinlerken de hâlâ gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.
Comments