Anaïs Nin, “Hayat, kişinin cesaretiyle orantılı olarak daralır veya genişler” derken cesaret kavramını yaşamın tam da merkezine koyuyor. Bu sayıda yaratımlarıyla dokundukları her hayatın sınırlarını genişleten ve hayallerini kovalayacak cesareti hiç kaybetmeyen iki özel ismi bir araya getirdik. Burcu Biricik ve Mabel Matiz’le hayat, sanat ve cesaret üzerine konuştuk.
BURCU BİRİCİK
Her kariyer mutlaka cesur kararlarla kurulur ama oyunculuk bu yolculuğun herkes tarafından izleneceğini bilerek çıkılan bir yol... Bu anlamda özgüven ve cesaretten bağımsız düşünülemez. Kariyerinizin bugününden baktığınızda tiyatroya başladığı ilk günkü Burcu Biricik’i nasıl görüyorsunuz?
Lisede başlamıştım ilk tiyatroya. Ondan önce de hep kendi küçük cep oyunlarım vardı aileye, komşulara, okuldakilere ara ara oynadığım. Taklitlerle başlayıp sahne üstüne taşındı hevesim ve o günkü Burcu’ya baktığımda öğrenmeye çok hevesli, bir oluşumun parçası olmayı çok isteyen bir oyun arkadaşı görüyorum. Bu iki şey yıllar sonra da hiç̧ değişmedi. Ekip bilinçli işleri oldum olası hep çok sevdim ve oyun oynamayı da öyle.
Türkiye’de kadın olmak şüphesiz zor... Bunun üzerine bir de görünen ve başarılı bir kadın olmak birçok zorluğu beraberinde getiriyor. Yakın dönem kadın hareketini nasıl değerlendiriyor, ekran önünde olmanızla ilgili bir zorbalığa uğradığınızı hissediyor musunuz?
Çocukluğumdan beri halim, tavrım, giyim tarzım, kendimi ifade etme biçimim daha erkek çocuğu gibiydi. Nasıl yapılacağını bilmediğim ya da beceremediğim için yaşım ilerledikçe de kadın olma dönüşümümü tam anlamıyla geçiremedim. Hatta itiraf edeyim feminen olmayı, daha kadınsı giyinmeyi veya davranmayı kafamda yanlış bir yere koyarak etiketlediğim zamanlar bile oldu. Ama şimdi bakıyorum da, kadınlığımı bir kenara atmak hiç de sandığım gibi matah bir şey değilmiş. Aksine doğamı, yaradılışımı olduğu gibi sahiplenmek; kendimi tanımanın, sevmenin ilk adımıymış. Evet, bu ülkede zor. Ama ben artık ekran önünde ya da arkasında, her nerede, her ne olarak var olursak olalım, tüm ödülleri ve bedelleriyle birlikte kadınlığımızı sevmeyi, keşfetmeyi ve bunu birlikte, dayanışarak yapmayı diliyorum. O yüzden de bütün kadın hareketlerini tüm kalbimle destekliyorum. Ekranda bir kadın olmanın bir zorbalığını da yaşadığımı söyleyemem kendi adıma.
Ekranda birbirinden farklı karakterleri canlandırdınız. Fatma bir seri katil, Hülya tam bir yetişkin haylazı. Boncuk ve Nalan karakterlerinde de inanılmaz performanslar gösterdiniz. Oyunculukta sizi “o” rolü almaya cesaretlendiren şey hangisi?
Bende olmayanı deneyimleme hissi, heyecanı sanırım bana “bu rolü istiyorum” dedirten şey. Kendimi, potansiyelimi, çizgilerimi görme ve keşfetme hissi. Hele şimdi eskisinden daha çok. Çünkü kariyerimin başında keşif ve eğlenmenin dışında “başarı” da benim için çok önemliydi, sonunda mutlaka başarmalıydım. Oysa şimdi başarma hırsı biraz daha geri plana geçti; şimdi sadece denemek, keşfetmek, öğrenmek ve eğlenmek istiyorum seçtiğim rollerde.
Stanislavski, “Eğer her rol kişinin kendisine uyarlanırsa, sonuç bir felaket olur. Bu, sanatın ölümü anlamına gelir” diyor. Çoğu zaman oyuncunun performansı kendi karakteriyle karşılaştırılır. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet, her rol kişinin kendisine uyarlanırsa bence de bu doğru bir yol olmaz. Bu sefer her farklı projede sadece kişinin farklı durumlardaki farklı anlarını izlemek durumunda kalırız; Ayşegül tatilde, Ayşegül Paris’te, Ayşegül üzgün, Ayşegül âşık gibi gibi... Benim de burada kafa yorduğum ve üzerine çalıştığım şey aslında beni ben yapan şeyi, Burcu’yu karakterin kalbine koyup sonra o hikâyenin o karakterine uygun, ona ait davranış biçimi, bakışı, gülüşü, düşünme biçimiyle ete kemiğe büründürmek. Benden bağımsız düşünemiyorum karakteri çünkü bu “benim” o rolü yorumlama şeklim. Ve bence oyunculukta önemli olan da bu ikisini doğru harmanlamak ve oranlarını doğru ayarlamak gibi geliyor bana.
Cesaretin, korkunun zıttı olduğu gibi yaygın bir düşünce hatası var. Hâlbuki birçok ikileme ve korkuya rağmen devam edebilme azmi gerçek bir cesaret. Sizin hayatınızda korkularınıza rağmen cesaret edip başardığınız bir şey var mı?
Cesaret, genelde korkuyla örülü olduğu için bence çok güzel zaten. Korkacağını bilmene rağmen korku filmi izlemek gibi bence çok keyifli. Ben belki de boğa burcu olduğum için ya da sadece karakter özelliğimdir belki de bilmiyorum ama benim için güvenli alan aşırı önemli olmuştur hep. Güvenli alanı öyle bir kodlamışım ki kafamda, neredeyse o alanın çizgilerine demir parmaklıklar koymuşum, oradan çıkmaya çok korkmuşum, onu fark ettim zamanla. O yüzden de şimdi illa öyle radikal cesur hareketler olmadan da kendimi o güvenli alanımdan her çıkardığımda, kendimi çok cesaretli hissediyorum. Adım adım gidince de günün sonunda kendine göre bayağı cesur hareketler yapmış oluyorsun aslında.
Kariyeriniz boyunca üstesinden gelmeniz gereken bir an yaşadınız mı? “Gelse gözüm kapalı kabul ederim” dediğiniz bir rol var mı?
Üstesinden gelmem gereken muhakkak ufak tefek duygusal insani durumlarım olmuştur tabii ama şu an üstesinden gelmeye çalıştığım şey ya da bence sektörel olarak gelmemiz gereken şey; popüler kültürle, reyting korkusuyla, ticari kaygıyla birlikte gelen kolaycılığa kaçtığımız hikâyelerimizle yaratıcılık adına elimizde hiçbir şey yokmuşçasına sürdüğümüz bu yol. Bu bana çok sığ ve korkutucu geliyor açıkçası. Niye her yerde aynı şeyleri oynamaya ve izlemeye mecbur bırakıldığımızı anlayamıyorum. Hem kamera arkası hem önünde bu kadar yetenekli insanlar varken; kameralarımız, teknolojimiz varken her şeyi bir ayda paketleyip fabrika usulü üretimimiz can sıkıcı. Neyse ki bize umut olan şahane işler de arada çıkıyor ama o da popüler kültüre ve iyiyi takdir edememe, tersine vasatı beğenme anlayışına yenik düşüyor çoğu zaman.
Her birimizin ataerkil dünyada hoş ama aynı zamanda bu dünyanın korkusu içinde de nahoş hissettiği zamanlar oluyor. Dünyayı yeniden yaratma şansı verilseydi ütopyanız ne olurdu?
Benim ütopyam şöyle bir şey: “Leftovers” diye bir dizi vardı, orada bir anda dünyada bir sürü insan kayboluyordu. Aynı o dizide olduğu gibi kötü ruhlu; vicdanı, ahlakı, yaşam hakkına saygısı olmayan insanların dünya üzerinden bir anda kaybolması. Onlarsız nasıl bir dünya inşa ederdik; ruh halimiz, yaşam biçimimiz, devlet politikalarımız, ekonomimiz nasıl olurdu onu görmek isterdim.
Sinema-televizyon sabır ve tevazunun hâkim olduğu bir sektör değil. Bu açıdan pek çok zorluğu beraberinde getiriyor. Hollywood ciddi bir grevi geride bırakıyor. Ülkemizde atılmasını gerektiğini düşündüğünüz bir adım var mı?
Az önceki cevabımda farkında olmadan girmişim aslında bu konuya... Onun dışında Hollywood’daki bu grev keşke bize bir örnek olabilseydi bu anlamda. Özellikle yaratıcı taraftaki yönetmenler, senaristler, oyuncular birlik olup birlikte bir sözümüz, bir fikrimiz, bir duruşumuz olabilse keşke. Ama bence biz -sadece bizim sektör için değil çoğu sektör için hatta toplum olarak söylüyorum- bir olmayı, birlikte olmayı maalesef pek beceremiyoruz; belki de bu bizim kodlarımızda yok. “Birlikte neleri başarabiliriz”i görmek varken yalnızlığı tercih ediyoruz genelde. Ya birbirine güvensizlikten ya egolarımızın müsaade etmeyişinden ya da kendimizce bir sürü başka sebepten. Ama kendi sektörümüze dönersek yapılacak çok şey var, en başta bu geniş ağın bir endüstri olabilmesi için çoğu şeyin baştan yapılanması lazım da çok uzun konular...
“Hayatımda tanıdığım en cesur insan” dediğiniz biri var mı? Valla özellikle böyle bir dönemde yani sosyal medyanın gücüyle insanların birbiri hakkında sonsuz fikri olduğu ve bunu söylemeyi kendilerine mübah gördükleri bu dönemde üstümüze giydiğimiz onlarca kalıp var. Aman beni sevsinler, yargılamasınlar kalıbı; aman çemberde kalayım, yalnız kalmayayım korkusuyla gelen kalıplar; güzel olayım, göze hoş görüneyim kalıpları; aykırı olmayayım, ben uyumlu insanım kalıpları vs. vs. Bu kalıplarından sıyrılıp kendi olabilmeye, kendi tercihlerini yaşamaya, kendi kararlarını ortaya koymaya çabalayan başaran bu yoldaki insanları çok cesur buluyorum. Önceden kendimi tanımlarken “Benim yakın arkadaşlarım hep erkekler olur” diyordum. Şimdi artık bakıyorum etrafımda bir sürü kız kardeşim var. Yaşlarımız tam yavaş yavaş bir şeyleri anlamlandırma, hayata başka bir yerden bakma yaşları ve bunları birbirimizle paylaşıyoruz, konuşuyoruz. Bir yandan öğrendiklerimizi hayata uygulamaya çalışıyoruz ve bunlar olurken kız kardeşlerimin yaptığı çoğu şey bana çok cesurca geliyor.
MABEL MATİZ
Türkiye’de müziğin cesaretle olan ilişkisini düşündüğümüzde, Mabel Matiz ismi apayrı bir yerde konumlanıyor. Hem dinleyicisini şaşırtmaktan çekinmeyen ve içinde bulunduğumuz çağın sesi olabilmeyi başaran biri olarak, hem de müziğinde kendisinden, aşktan, yaralarından cesurca bahseden bir isim olarak siz kendinize nereden bakıyor, kendinize nasıl yaklaşıyorsunuz?
Kendime dürüst olmakla çok ilgiliyim. Daha çocuk yaşlarda bile içgüdüsel olarak hep buna çekildim. Bana dayatılan “stereotip”lere karşı çıktım. Ne kadar incinip üzülsem de eninde sonunda mutlaka canımın istediğini yaparak büyüdüm. Bu, yetişkinliğimde ve müzik yaparken de pek değişmedi. Ancak ve ancak kendim olarak mutlu olabileceğimi erken idrak edebildiğim için şanslıyım. Dışarıdan cesaret gibi görünen şey, benim oluşum. Hayat beni böyle yaptı. Aksi şekilde nasıl yaşarım bilmiyorum. Elbette korkularım oluyor. Orada kamp kurmamak önemli. Sahici hislerin, hikâyelerin peşindeyim. Hayattaki genel amacım “çaba”yı mümkün mertebe azaltmak, akışa ve doğal olana izin vermek.
Yani bazı anlarda sahte olmak da sahiciliğe, insaniliğe dahil bir şey aslında. Bunlar üzerine düşünüyorum, izin vermeye çalışıyorum. Öğrencilik hiçbirimiz için bitmiyor tabii ki. Bugüne kadar kendimi en iyi hissettiğim, kendime en yaklaştığım halimdeyim diyebilirim. Memnunum bu halimden. Geçtiğim yollara bakmak beni içten içe gururlandırıyor, gülümsetiyor.
Şarkılarda bazı anılara tanıklık ediyoruz. Tüm diskografiniz düşünüldüğünde bir senaryo bile oluşturulabilir. Siz bu tanıklıklara birini dahil etmekten çekinmeden aktarıyorsunuz. Türkiye’de azınlık olmak zaten zaman zaman nefes kesen bir deneyime dönüşürken açık yürekliliğinizin bu deneyimi bir nebze kolaylaştırdığını söyleyebilir misiniz?
Saklayacak bir şey yok. Kahkahaysa kahkaha, gözyaşıysa dibine kadar, duygusu ve hikâyesi neyse o. Olduğu gibi anlatabilmenin sahiden şifalı bir yanı var. Doğrudan bir aktarım. Bir nevi terapi bu da. Açık yürekli olmak elbette iyi geliyor. Gerçek herkese iyi gelir. Önemli olan benim o anlarla, anılarla ne ilişkide olduğum. Orası ne kadar sağlıklıysa ya da diyalogdaysa diyeyim, tanıklıklar da o kadar zararsız bir hal alıyor benim için. Kendimi açmakta bir beis görmüyorum. Aşklarımı da olduğu gibi anlattım şarkılarımda, muzipliklerimi de, dark room deneyimlerimi de. İsteyen istediği kadarını aldı, hissetti. Diskografim gerçekten de sıkıştırılmış otobiyografim olabilir.
Bir müzisyenin kariyerini izlemenin, geçtiği duraklarda bıraktığı ayak izlerini takip etmenin, sunduğu farklı lezzetlerin tadına varmanın eşsiz bir yanı var. “Fatih” albümünün henüz kapak görselinin yayınlanması bile farklı bir şeyin geldiğini haber veriyordu. Mabel Matiz, dinleyicileri için bu anlamda heyecan uyandıran bir isim. Dinleyiciyle kurduğunuz bu bağ hakkında neler hissediyorsunuz?
Her şey bir anlatma ihtiyacından ileri geliyor. Dinleyicime karşı direkt olmak hoşuma gidiyor. Zaman zaman “oversharing” yapmak hoşuma gidiyor. Birden ağlamaya başladığım spontane bir reaksiyon videosunu klip olarak yayınlamaktan çekinmiyorum. Bu şeffaflık, bu hislerini taşkınca ve sakınmadan yaşayabilme hali güzel ve özgürleştirici. “Fatih” bu anlamda en şeffaf olduğum albümüm. Olanı olduğu gibi göstermekten zevk alan bir hal var genelinde. Çıplaklığımla hiç bu kadar hemhal olmamış olabilirim. Şarkıların kısa kısa hikâyelerine de yer verdim ilk kez. Bu özellikle çok sevildi. Hepimiz az çok benzer durumlardan, benzer ya da aynı duygulardan geçiyoruz. Bunu şarkılar üzerinden karşılıklı olarak bir şekilde teyit etmek, dinleyiciyle bağımı güçlendiren bir şey. Karşılıklı olarak “görülmüş” hissediyoruz. Bunu değerli buluyorum.
“Burnum Batı diyor ama yüreğim Doğu” dediğiniz “Uçkun” tam da bu coğrafyada doğan herkesin arada kalmışlığını, gelişen teknolojiyle birlikte daha fazla hissettiği bunalım çağını işaret ediyor. Aynı şey, “Kesmiyor ne ilaç ne antidepresan” ve son yılların en büyük çıkışını yapan sosyal şarkısı “Antidepresan” ile de kendisini gösteriyor. İnsana dair pek çok şey söylüyor üretimleriniz. İnsan hakkında konuşmak mı insanları daha çok dinlemek mi sizi besler?
İnsanları gözlemlemek beni besliyor. İnsanın oluşuna dair kafa yormak, üzerine konuşmak, oradan kendi içime bakmak beni besliyor. Dünyayı ve insanı anlamanın yolunun öncelikle kendi içine bakmaktan geçtiğine inanıyorum. Şarkılarımın gücünü de biraz buna bağlıyorum. Her şey benim müziğimin konusu olabilir. Psikolojiye ilgiliyim. Şarkılarımda çaktırmadan bazı psikolojik çözümlemeler sunarım insanlara. Belki kendime de. Ne kadar iyi bir dinleyiciyim onu bilmiyorum. Galiba kimi dinlediğim önemli. Çabuk sıkılabiliyorum.
Yeni bir şey denerken bildiğim suları terk etmeyeyim diyor musunuz yoksa yeni bir şey denemek zaten asıl mesele mi?
Bugüne kadar hemen hemen her albümümü, bir öncekinin içinden çıkan, ama mutlaka yeni şeyler öneren projeler olarak kurguladım. Her biri, içgüdüsel olarak bir öncekinin gelişmişi olarak ortaya çıktı. Tanıdıklık duygusu bence önemli. Ama öneri de bir o kadar, hatta belki daha çok önemli. Konfor alanından çıkmak başlı başına bir mesele. Yeni şeyler denemek, çitin ötesine atlamak, bir müzisyenin kendine yapacağı en iyi yatırım bence. Çok özgürleştirici ve alan açıcı. Bir gün hissedersem, tamamen yabancı ve “alien” bir şeyler de deneyebilirim. Kafam projelerle dolu zaten, bakalım hayat ne kadarına müsait.
“Fatih”, sound olarak kalabalık bir prodüktör kadrosuyla çalıştığınızı gösteriyor. Siz de prodüktör olarak pek çok yeni isme cesaret veren birisiniz. Kolektif olarak üretmekten keyif aldığınızı söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. İşin mutfak tarafı beni hep daha çok heyecanlandırıyor. Kolektif olarak üretmeyi, yeni isimlerle çalışmayı, orada birbirinin sınırlarını ve sinirlerini ihlal etmeyi seviyorum. Kalabalık dost sofraları gibi. Birlikte beyin fırtınası yapmak çok zevkli. Herkesten öğrendiğim bir şeyler oluyor.
Yeni sound denerken aç kurt gibiyim. Bu da en iyi yeni insanlar keşfederek mümkün. “Fatih” albümü bu anlamda sıkı bir envanter gibi. Çok yetenekli ve havalı müzisyenlerle çalıştım.
Bir müzisyeni en çok cesaretlendiren şey sizce nedir?
Kendini anlamak, kabul etmek. Kendini anlayan birinin korkacağı çok az şey vardır bence. Sonrasında ise sesini duyurmak olabilir. Anlattığınızın karşıdan duyulması her zaman cesareti katlayan bir şey.
Müzik artık tınıdan öte; tasarımı, klibi ve sosyal medya stratejisi ile bir bütün olarak sunuluyor. Türkiye’de bunu başarıyla sunan çok az müzisyen var. En başarılı isimlerden biri de sizsiniz. Bu da üretim sürecinizin bir öğesi mi?
Üretimi disiplinler arası bir bakışla değerlendirmek, güçlendirmek hoşuma gidiyor. Zamansız ve doyurucu hisler bırakmalı. Bazen bir şarkı sözü bir sembolle birleştiğinde orada yeni bir şeyler açığa çıkıyor. Herkesin kendi anlamını yorumlaması çok eğlenceli. Şarkılar genellikle görselleriyle birlikte gelir bana. “Mendilimde Kırmızım Var” şarkısının demosunu kaydettiğimizde bir anda Nemrut belirmişti gözümde. Gidip orada çekmiştik klibi. Müzik, doğru görselle desteklendiğinde ve bir “dünya” olarak sunulduğunda, etkisi kesinlikle başka oluyor. Disiplinler arası üretmeyi, başka dallardan, perspektiflerden destek almayı seviyorum. Kliplerime sinemacı gözünden bakmayı seviyorum. Dinleyicimin de görsel algısı hayli yüksek.
Hem Türkiye’den hem de dünyadan takip ettiğiniz yeni isimler var mı?
Troye Sivan’ın son videolarını ve şarkılarını çok beğendim. Yeni kapılar açtı. Emir Taha’yı çok beğeniyorum.
Genel Yayın Yönetmeni / Editor of Chief: İrem Şentürk & Selim Can Çelik
Yayın Direktörü /Publishing Director: Ebubekir Elkatmış
Fotoğraf / Photography: Murathan Özbek
Styling: Muhammet Bozkurt
Styling Asistanı/Styling Assistant: Dilara Işık
Saç / Hair: Remzi Ateş
Saç Asistanı / Hair Asisstant: Adem Sekel
Makyaj / Make-Up: Hakan Kültür
Makyaj Asistanı / Make-Up Asisstant: Zehra Eroğul
Prodüksiyon / Production: Müge Sarıoğlu
Prodüksiyon Asistanı / Production Asisstant: Elif Buse Günay
Comments