Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” filminin çekimleri devam ederken, yoğun programında bana zaman ayıran Ebru Ceylan’la, fotoğraf ve sinema sanatı üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Magnet Quarterly’nin “ustalık” sayısı özelinde sorduğum soruları samimiyetle yanıtlayan Ceylan, altı çizilecek cümlelerle fotoğrafa, sanata ve en önemlisi durduğu yerden kendisine nasıl baktığını anlattı.
Bir sanatçı olarak, sanatın farklı birçok dalında üretim içerisindesiniz. Başarılı fotoğrafçılık kariyerinizin yanı sıra senaryo yazarlığı da yapıyorsunuz. Yönetmenlik, sanat yönetmenliği ve oyunculuk tecrübeniz var. Sanatın bir disiplin üzerinden ustalaşmış isimlerine kıyasla birden fazla alanda üretim gerçekleştirmenin zorluğunu yaşadınız mı?
Bilakis... Sinema öyle bir sanat ki diğer tüm sanat dallarını belli oranlarda bünyesinde barındırıyor. Bunun en büyük sebeplerinden biri de en genç sanat dalı olması olabilir. Bu çok büyük bir avantaj. Sanat tarihi boyunca, kendinden önce doğmuş olan tüm sanat dallarından ve onların özelliklerinden faydalanabiliyor. Sinema bu anlamda çok multidisipliner bir sanat. Sinemada ya da sanatın farklı herhangi bir dalında “ustalık”tan söz edilecekse, bu ancak bu şekilde multidisipliner bir çalışmayla ve iyi bir sanat tarihi kültürüyle mümkün olabilir gibime geliyor. Böyle çok yönlü bir çalışmanın zorlayıcı olmaktan çok besleyici olduğunu düşünüyorum.
İlk olarak fotoğraf kariyeriniz başladı. 1992’den bu yana kişisel ve karma pek çok sergiye katılıp uluslararası ödüller kazandınız. Sizin için fotoğraf hayatınızda nereye denk düşüyor? Bir fotoğrafı çekerken yakalamak istediğiniz “o an” mı daha önemli, ana tanıklık etmek mi?
Fotoğraf benim bahanem. Yalnız kalabilme, düşünebilme, yollara düşüp başka hayatlara karışabilme bahanem. İlgi duyduğum şeylerle ilgilenebilme ve bunu ortaya koyabilme bahanem. Kendimi tanıma, kendimle karşılaşma ve kendime, anlamlı bulduğum bir yaşam alanı yaratabilme bahanem. Zamanı oluşturan anlar elbette ki kendi başlarına değerli, bu sorgulanabilecek bir şey değil, ancak insanın zamanla ve hayatla kurduğu ilişki ile bu ilişkiden doğan yeni anlamların, sanatsal ifade yollarıyla aktarımı benim için çok değerli.
Bir fotoğraf çekildiği an, artık bir zamanın tanıklığını üstleniyor. Doğa veya portre çalışırken sizin düşünsel süreciniz nasıl ilerliyor?
Ben fotoğraf çalışırken tamamen içgüdüsel davranıyorum. Zaman içinde oturmuş olan bir estetik anlayışım var ve bunu karşılayabilen tüm görüntüler benim için kaydetmeye değer oluyor. Bu yüzden, üretim süreci benim için düşünsel değil çoğunlukla sezgisel bir süreç.
Fotoğraf çekerken iç dünyanız, dış dünyayı görme şeklinizi nasıl etkiler veya yönlendirir? Yakalamak istediğiniz detayları tespit etmek için nasıl odaklanırsınız?
İç dünyam hep açıktır. Yemek yaparken, marketin kasa sırasında ya da çocukların okul toplantılarında hep dış dünyanın gerçekliğiyle paralel alarak ilerler. Yani sadece sanatsal faaliyetler sırasında odaklanan biri değilimdir. Kafamın içinde sanki her şeyi birbirine bağlayan ve anlam devamlılığını sağlayan, hayali bir atmosfer müziği vardır. Belki de bu yüzden, pek çok alakasız yerde bulunmaktan sıkılmam, düşünsel ve ruhsal faaliyetim her zaman, her yerde yanımda ve aktiftir. Her şeyi bir sanat malzemesi olarak görmeye ve kullanmaya karşı meyilliyimdir. Ayrıca iki çocuklu bir anne olarak bir şeyler yapabilmek için doğru zamanı ve uygun koşulları bekleme gibi bir lüksüm olmadığını da öğrendim zaman içinde. Yapmak istediklerimi yapabilmemin tek koşulunun, her yerde her şeyi yapabilme kabiliyetimi geliştirmek olduğunu anladım. Sanatçının sanatsal üretimini destekleyen anlam dünyası, beslenmedikçe körelen, köhneyen bir alan. O alanı pek çok şeyin yanı sıra, dış dünya gözlemlerimle de zenginleştirmeye çalışıyorum.
Her gün değişen ve gelişen teknolojisiyle yaygınlaşma hızı en çok artan, görsel sanatlar içerisinde zanaatını herkesin yapabildiğine inandığı ve sergilemek için yeni çevrimiçi imkânların doğduğu fotoğraf sanatı ile teknoloji arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz? Hele ki teknolojinin uçucu denecek kadar hızlı geliştiği böylesi bir tüketim çağında bunun fotoğrafın doğasıyla olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında buna son derece pragmatik bir yaklaşımla, tamamen kişisel bir cevap vermek istiyorum. Benim yaptığım bir şeyin herkes tarafından yapılabiliyor oluşu, benim o şeyle olan ilişkimi etkilemez. Her şey çok kişiseldir. Tıpkı tek bir hayatı, milyonlarca insanın “yaşadığı” halde, farklı deneyimliyor oluşu gibi. Her ilişki bana göre biriciktir, benzersizdir. Yani ister çok yapılsın ister az, ister hızlı tüketilsin ister yavaş, ister kamerayla yapılsın ister fırçayla, ister çok sevilsin ister az fark etmez. Sanat üretiminde asıl fark, biçimsellik ya da kullanılan malzemede değil, üretim sırasında açığa çıkan anlamın, hazzın, duygusal, düşünsel ve ruhsal sirkülasyonun gücündedir. Sanatçıyla işi arasındaki biricik ilişkinin gücündedir.
Bir fotoğrafı sizin için güçlü kılan şey nedir? Kompozisyon, renk veya günün hangi saatinde çekildiği bir fotoğrafın hikâyesini değiştirir mi?
Hepsi ve hiçbiri. Bazen bütün bu değişkenler son derece uyumlu bir şekilde bir araya gelir, her şey tamam gibidir, ama son derece sıradan bir fotoğraf olur, bazen de son derece sıradan bir an ve ışık bir araya gelir ve etkileyici bir fotoğraf oluşur. İyi fotoğraf denilen şey elbette akademik olarak tanımlanabilir. Ama bana göre bir fotoğrafı iyi yapan şey, sanatçısının özgün iç dünyasını kendi özgün diliyle ortaya koyabilmesidir. Benim için daha da önemlisi; ben hayatın, tanımlaması güç bir duygusunun, ışığının izini süren fotoğrafları seviyorum.
Yazmak, henüz var olmayan bir görüntüyü hayal etmeyi gerektiren ve yapımsal açıdan farklı değişkenlerin devreye girdiği bir süreçken, fotoğraf yalnız çalışmanın mümkün olduğu bir alan. Siz kendinizi hangisinde daha rahat ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?
Ben sinema okudum. Kısa filmler çektim. Ve sonunda sinemanın yalnız da yapılabilecek olan bir alanını, senaryo yazarlığını seçtim. Üstelik üniversitede en sevmediğim ders, senaryo dersiydi. Çoğu sinema öğrencisi gibi ben de yönetmen olmak istiyordum. Ama sonra anladım ki yönetmenlik, yalnızca mesleki değil bende olmayan kişisel birtakım özellikler de gerektirmekteydi. Bu sebeple ilgimive yeteneğimi, üretim sürecinde yalnız çalışabileceğim, doğama daha uygun olan alanlarda yoğunlaştırdım. Fotoğraf ve senaryo yazarlığı yapmak gibi. Bu, bana büyük bir özgürlük hissi verdi. Bu sayede yaptığım işleri büyük bir zevk ve huzurla yapıyorum.
Zamanın kendisini yüzyıllardır kullanan insanlar için, yaşadığımız dönem hep bir yere geç kalmışız hissi uyandırıyor. Dilin bile bu hıza ayak uydurduğu bir zamanda ürettiğiniz filmlerin ve çektiğiniz fotoğrafların tenha atmosferi ve ıssızlığı, bana nerede olmadığımı ve neden mahrum olduğumu düşündürüyor. Peki sizi üretirken tetikleyen şey nedir?
Ben, zamanın ve anlamın genişlediği, tanımlanabilir olmanın dışına çıktığı izleniminin oluştuğu anları seviyorum. Bu nadir zamanlar benim için çok ilham verici ve zihin açıcı oluyor.
Bir fotoğrafı çektikten yıllar sonra dönüp baktığınızda o anın büyüsüne yeniden kapılıyor musunuz?
Evet kapılıyorum. Beni o fotoğrafı çekmeye iten en büyük sebeplerden biri de zaten o. O anı sonsuza dek tekrar tekrar hissedebilme, çoğaltıp genişletebilme arzusu. O fotoğrafın içine dolabilme arzusu. Ben inanıyorum ki pek çok sanatçı eserleriyle aslında kendilerine bir yurt, bir yuva inşa ediyorlar.
Ustalık eğitim gerektirir mi? Bir işi ustalıkla yapmak öğrenme sürecinizi kısırlaştırdı mı?
Teşekkürler. Keşke sanatta öyle bir mertebe olsa. Ama ben buna inanmıyorum. İnsan öğrendikçe önündeki bilinmezlik genişliyor. Heyecan verici olan da bu zaten. Bence sanat bir yolculuk, bir arayış. Bence çalışkan, meraklı ve istikrarlı bir çırak olmak, “usta” olmaktan daha büyük bir mertebe.
Comentarios