Hata yapmanın utancıyla çok küçük yaşlarda tanışır, başarılı olmayı hata yapmamak olarak zihnimize kodlarız. Hata ve kusurlarımız başkaları, hatta en başta ailemiz tarafından eleştirilir. Neredeyse hepimiz, ebeveynlerimizin bizi başkalarıyla kıyaslamalarına, daha iyi olma dayatmalarına maruz kalmış, örnek gösterilen kişilerin mizaç ve davranış özelliklerine uyum sağlamaya çalışırken bulmuşuzdur kendimizi. Eleştirilere karşı en hassas ve savunmasız olduğumuz çocukluğumuzda, duyduğumuz bir utançla “uslu çocuk” olarak baş etmeye çalışmışızdır. İnsanların ne görmek istediğini düşünüp, “Böyle olmalıyım” dediğimiz koleksiyonun içinde genellikle güçlü, zeki, çekici, sevilmeye layık veya yeterli olma isteği vardır. O kusursuz haliyle göze girme mücadelesi, böyle başlar işte insanın…
Çocuklukta Başlayan Bir Arayış
Herkesten önce ebeveynlerimizin bizi sevmesini ister, onların gözdesi olmayı arzularız. Çocukluk dönemlerinde sevilme, takdir ve kabul görme ihtiyaçları yeterince karşılanmamış kişilerde, yok sayılmışlık ve değersizlik bilinci baş gösterir. Bu dönemde bağlanma yaşadığımız ilk ilişkileri, öğretmenlerimiz gibi otorite figürlerini ele alalım örneğin. Otorite altında ezilmiş çocukların, karşı tarafı mutlu etme çabası daha yüksektir. İnsan, bilincinde sürekli kendini bir öteki üzerinden tanımlamaya ve değerini tahsis etmeye çalıştığında gücünü dışarıya verir, başkalarının gözünde kusursuz olma çabasına girer. Kızılmasın diye hata yapmaktan, kabul görmeyeceğini düşünüp reddedileceğinden korkar. Yeterince iyi olmadığını düşündüğünden özgüvenini kaybeder. Hayatı yaşarken gösterdiğimiz davranış eğilimlerimiz, çocukluktan beri tuttuğumuz kayıtlarda, ebeveyn kalıplarında ve kültürün etkisi altında; neyin, nasıl olması gerektiği filtresine takılır. “Ben kimim”, “Ne/nasıl olmalıyım” soruları arasında, bireyin kendini göstermek istediği veya benlik bilincinde olmak istediği resim şekillenir. Fakat bu kimlik yaşanamadığında acı başlar. Acı, negatif duygular olarak tanımladığımız şeylerdir. Arzulanan olamadığımızda duyduğumuz kaygı, öfke, suçluluk ve utanç gibi... İşte, ebeveynlerimizin olmamızı istedikleri şeylere çabalamak da bu acıyı çekmek istemediğimiz içindir. Etrafını memnun etmek ve mükemmellik için hissedilen bu içsel dürtü, insanı yaşamak istemediği bir hayatın içine soktuğunda, kusursuzluk arayışının fısıltısıdır duyduğumuz. Karşı tarafı memnun ve tatmin etme çabası, hep sığınacak bir limana ihtiyaç duyulmasından gelse de kusursuzu ararken de yalnız kalır insan. Çünkü en derinde, mükemmeliyetçilik arayışı kendinden emin olmamakla ilgilidir. Kendini mükemmeliyetçi olarak tanımlayan herkes, yeterince iyi olamadığından korkar. Bu derin korku yüzünden kendini korumak için kusursuz görünmeye çalışır. İkilik işte tam da buradadır; yetersizliklerini kusursuzluk kalkanıyla savunmaya çalışır kişi. Bunlar da zaman içerisinde mükemmeliyetçiliğin kompleksleri haline dönüşür. Oysa, en iyi versiyonlarımız olma yolunda, kusursuz olmak diye bir şey mümkün değildir. Bu bir yarışa döndüğünde, iyi olamadığımıza veya asla başaramayacağımıza inandığımızda ne tepki verdiğimizi düşünün. Yola devam edebiliyor muyuz?
Tıpkı bir çocuğun derslerinde asla başarılı olamayacağını düşünüp, hiçbir zaman ebeveynlerinin gözüne giremeyeceğini kabul etmesi ile çalışmayı tamamen bırakması gibi… Kendi en iyimizi yeterli görmediğimiz, yeterince iyi olanı başarı saymadığımız sürece sorgulamalar, motivasyon kaybı, erteleme problemleri, bağımlılıklara yatkınlık ve depresyon, sürecin kaçınılmaz gerçekleri haline gelecektir. Dikkat edin, çocuklar nasıl bu boş vermiş hallerinde oyun bağımlılıkları gibi haz ve arzu duyabilecekleri alanlara yöneliyorlarsa, yetişkin bireyler de duygularla baş edemediklerinde istek ve ihtiyaçlarına bağımlı hale geliyorlar. Aradığımız bu konfor da genellikle kafamızdaki hazlarda bulunuyor. Kim bilir, belki de anne karnında bizim için yaratılan kusursuz ortamdır aradığımız? Anne karnındaki ısının hep 36.5 derecede kalması gibi, insan da ilişkilerinde ve bulunduğu ortamda bu kusursuzluğu arar, ama o konforu bulamaz. Kusursuzluğun ömürlük fantezisidir bu arayış… Kavuştuğunda huzur bulacağını düşündüğü kusursuzluk arzusu, aslında bireyin bir koruma mekanizmasıdır. İlişki bağlarının zayıfladığı veya koptuğu, yaşamın zorlaştığı veya tekinsizleştiği durumlarda, kısacası hayatını kontrol edemediği belirsizlik ve kaygı durumlarında kişi, bilinçdışı bir savunma stratejisi olarak mükemmeli idealize eder, ölümsüzlük düşü gibi nafile bir hezeyana girer. Bu döngüye girdiğimizde belki de hatırlamamız gereken tek şey, kusursuzluk arayışının bir doyum noktası olmadığı. Alışveriş listesine dönen ilişkiler, iş hayatımız, aile bağlarımız, maddi gücümüz… Mükemmel olmasını istediğimiz her ne ise, “o” noktaya gelindiğinde yeni bir kusursuzluk arayışının baş göstermesi bir tesadüf değildir; arayışın ta kendisidir. Bu arayışı sonlandırmak için kişinin kendisini bulması gerekir. Oscar Wilde, “Kendin ol, çünkü diğer herkes çoktan kapıldı” derken, otantikliğin önemine atıfta bulunmuş, kendi olmanın bilincine vurgu yapmıştır. Kim olduğumuzun farkında olmadığımız her an, bir öteki üzerinden tanımlarız kendimizi. Peki ya sadece kendimiz olmamız yeterliyse? Neyi kontrol edebiliriz ki zaten mükemmeliyetçilikle? Kendimizi, bizi biz yapan kusurlarla kabul ettiğimiz bir yaşam dilerim.
Comments