top of page
Yazarın fotoğrafıMagnetQuarterly

Yolunu Cesaretle Çizenler: Eylem Kaftan

Belgesel filmleri ve uzun metrajlı çalışması “Kovan” ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül kazanan Eylem Kaftan’la ülkemizde bağımsız film yapımından kendi sinema serüvenine uzanan bir söyleşi yaptık.



Türkiye’de film üretmek başlı başına bir cesaret işi. Ülkemizde bağımsız sanatçıların rolüne nasıl bakıyorsunuz? Bağımsız sanatçıların özgür olmak için ne gibi bir bedel ödemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?


Cesaretim tüm zorluklarına rağmen, sinemaya duyduğum büyük sevgiden geliyor. Dünyanın her yanında sanatçı olmak, son derece kırılgan olmak demek. Ülkemizde sanatçıya destek çok daha sınırlı olduğu için bu işi çok daha zorlaştırıyor. Tırnaklarınla kazıyarak, sıradağları tırmanmak gibi bir şey bağımsız sinema yapmak. Her cephede savaştığın uzun, epik bir savaş gibi. Ekonomik kısmı

en büyük zorluğu elbette. Ve de sanat çevresinde kabul görmek için belli eşiklerden geçmen gerekiyor. Ama ben kendimi aşırı mutlu hissediyorum bu işi yaptığım için. Eğer çok büyük bir aşk hissediyorsanız, bütün o savaşlar da çok güzel geliyor. Mücadele ederek kazandığın şeylerin getirdiği mutluluğu hiçbir şeyle satın alamazsın. Cesaret sana her aşamada “dur” diyen, seni vazgeçirmeye çalışan, pes etmeni bekleyen tüm güçlere rağmen vazgeçmemektir. İçinde duyduğun o büyük aşk, sınırsız engele rağmen, yolun sonuna kadar vazgeçmemen için sana bir o kadar büyük cesaret verir.


İlk kurmaca uzun metraj filminiz “Kovan” pek çok açıdan cesur bir işti. İlk film üreten insanlar için pek çok risk faktörü barındırıyor. Belgesel filmlerinizden “İsmi Güzide” cesur bir aile hesaplaşmasını, “Bir Gün 365 Saat” Türkiye’de sesli olarak konuşmaya başladığımız aile içi istismarı anlatıyor. Bir yandan bu hikâyeler sizi buluyor gibi hissediyorum, bir yandan da o hikâye siz olduğunuz için filme dönüşebiliyor gibi düşünüyorum. Yönetmen olarak hikâyeye nasıl yaklaşmayı seçiyorsunuz?


Cesaretten gidelim yine. Korku çok büyük bir güçsüzlüktür ama korkuyu yönetebilmek de çok büyük bir güçtür. İnsanlar korkuyla çok kolay yönetilebilirler. Korku eşiğini aşan bir insan ise engel tanımaz. Sinemada da izleyiciyi koltuğa mıhlayan, gözünü kırpmadan hikâyenin içine alan temel bir unsurdur korku. “Kovan”, “İsmi Güzide” ve “Bir Gün 365 Saat”te de korku çok güçlü bir duygu. “Kovan”da ıssız, karanlık bir ormanda yırtıcı hayvanlara karşı kendini koruyan bir kadın var. “Güzide”de halasının cinayetini çözmek için katil zanlılarıyla yüzleşmeye cesaret eden bir kadın var. “Bir Gün, 365 Saat”te en yakınlarından gördüğü istismara rağmen, hayatını riske atarak, adaleti arayan üç kadın var. Buradaki tüm karakterler çok korkuyorlar aslında. Cesaret korkmamak değildir. Cesaret korkuna rağmen, yapman gerekeni yapman demektir. Korkudan kurtul. Eyleme geç. Adaleti bulacaksın. Sevgiyi ve aradığın anlamı bulacaksın. Ama önce korkudan kurtul. Bu bir anda olmayacak belki. Ama eyledikçe, güçleneceksin. Yüzleştikçe, kendini bulacaksın. Güçlendikçe, daha az korkacaksın.


Ülke sinemamızın kritik bir krizin içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik şartlar yeni bir film üretiminin tüm pratiğini alaşağı ederken yeterli motivasyonunuz var mı; üretmek artık inat meselesi mi?


Pek çok sinemacı bugün hayallerini yaşatabilmek uğruna çok fazla fedakarlıkta bulunuyor. Pandemi, dijital platformlar, ekonomik kriz bizi fazlasıyla vurdu. Ancak tarihe baktığımızda bazen bu dönemlerin yeni bir dil ve bakış açısı için imkân yarattığını görüyoruz. Örneğin Fransız Yeni Dalga Sineması da ekonomik krizle tetiklenmiştir. Tarihin en özgün anlatımlarından biri sayesinde stüdyo sistemine meydan okuyan; el kameralarıyla, doğal ışıklarla çekilen, belgesel estetiğine başvuran bir sinema ortaya çıkmıştır. Godard sinemayı yıkıp, yeni bir sinema yaratmıştır. Bu sinema kuşaklar boyu sinemacıları etkilemiş, onlara ilham vermiştir. Sanat zamanın ruhunu yansıtmış, ama onun üstüne geçmiştir. Benim her zamankinden daha fazla motivasyonum var. Şu an aynı anda üç film üstüne çalışıyorum. “Bir Gün, 365 Saat”in festival yolculuğu başladı. Ünlü ressamımız Burhan Doğançay üzerine çalıştığım film “Fısıldayan Duvarlar” kurgu aşamasında. Senaryo aşamasında olan “Gerçek Bir Kadın” projem var. “Bir Gün, 365 Saat” çok küçük bir bütçeyle, kendi imkanlarımızla yaptığımız, altı günde çektiğimiz bir film olmasına rağmen bugün en prestijli festivallere gidiyor. Bütçe elbette çok büyük bir mesele ama bütçeyi bahane ederek film yapmaktan vazgeçmeyelim. Bütçeden daha önemli olan bir şey var, o da iyi bir fikir. Ve de senin de dediğin gibi büyük bir inat!



“Bir Gün 365 Saat”, belgesele dahil olan herkes için kahramanlarının adına sorumluluk aldıran bir proje. Bu aynı zamanda büyük bir ikilem. Çünkü potansiyel olarak ortaya çıkabilecek birçok problemi beraberinde getiriyor. Gerçek isimleri kullanmamaya böyle bir ikilemde kalarak mı karar verdiniz? Film sürecinde ne tür zorluklar yaşadınız?


İnsanların kapalı kapılar ardında, göz teması kurmadan, birbirlerinin kulağına fısıldayarak konuştuğu bir mevzu, istismar. Yaşayanlar, yaşatanlardan daha büyük bir suçluluk duyup, bu durumu kimseyle paylaşmayarak içine atıyor. Bu da onları hasta ediyor. Pek çok genç kadın belki bu yüzden hayatına bile son veriyor. İçinde cinsellik

geçen herhangi bir şeyi konuşmaktan utanç duyuyoruz, yok sayıyoruz. Filmin kahramanlarının yaşadıkları zorluklar, bunlara karşı verdikleri mücadeleler ve sonundaki kazanımlarından ötürü, çok az insanda gördüğüm bir içsel güçlerinin ve zamanlarının ötesinde bir bilinçlerinin olduğunu fark ettim. Yine de çok genç kadınlar oldukları için, gerçek isimlerini kullanmamaya karar verdik. Belgeselin içinde isimlerini değiştirirken, kendi hayatlarını bir nevi oynamaları da, onların travmalarına dışarıdan bakmalarına, yabancılaşmalarına ve yeniden kurguladıkları hayatlarına yeni bir anlam katmalarına yol açtı. Film sürecinde yaşadığım en büyük zorluk konunun ve karakterlerin hassasiyetlerine yönelik doğru kararları almak ve onları incitebilecek bir hata yapmamaktı. Şu an bana yaptıkları yorumlarda, bu sürecin onlar için iyileştirici ve güçlendirici bir süreç olduğunu söylüyorlar. İzleyiciyle buluşmak, aynı travmaları yaşayan başka kadınların acılarını paylaşmak, onlara ilham vermek onlara çok iyi geliyor.


Film dünya prömiyerini Saraybosna Film Festivali’nde gerçekleştirmesinden kısa bir süre sonra Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi. İkisinde de hem kızlar hem de siz gösterimin ardından sahnedeydiniz. Tepkileri karşılaştırmanız mümkün mü? Seyirci filmle aynı duygusal yüzleşmeyi cesaretle gerçekleştirebiliyor mu?


Saraybosna filmimizin dünya prömiyeriydi. İzleyici büyük bir şaşkınlıkla birlikte, oldukça duygusal bir tepki verdi. Sahneye çıkan kızları dakikalarca ayakta alkışladılar. Yıllarca karanlık odalarda, içlerine attıkları en karanlık duyguları, bir hikâyeye dönüşmüş, ilk

kez insanlık ailesine anlatılmış ve yansıtılmıştı. Şimdi bu karanlık duyguların hepsi ışığa kavuşmuş, başka ruhlarda karşılığını bulmuştu. O küçük çocukların yaşadıkları acılar adeta evrenin içinde bir yerlerde dağılmış, şifa bulmuş, başka ruhlara ilham vermişti. Saraybosna’da bir seyirci bana bir mesaj atmış. Filmi izledikten sonra yirmi sene önce yapması gereken eylemi yapmaya cesaret bulmuş. Yirmi sene önce yaşadığı istismarı polise bildirmiş. Bunun ona inanılmaz iyi geldiğini, yıllar sonra içinin ferahladığını, filmin onu özgürleştirdiğini söyledi. Adana Altın Koza’daki gösterimde de seyirciden benzer tepkiler aldık. Şunu anladım, bu mesele sandığımızdan da evrensel ve izleyici farklı coğrafyalarda benzer tepkiler veriyor. Tabii daha farklı coğrafyalara gidince bunu daha fazla test etme şansım olacak.

コメント


bottom of page