top of page

Ayfer Tunç: “Şiir beni edebiyata taşıyan en güçlü dalgadır”


Roman, öykü, yaşantı, inceleme, senaryo... Yazının hemen her türünde eser vermiş ünlü yazar Ayfer Tunç, “kurmacanın gerçeği içermesini, hatta sarıp sarmalamasını” istediğini söylerken aslında yazma felsefesini özetliyor. Tunç’la yazma eylemiyle kurduğu ilişkiden ilham aldığı yazarlara, çalışma rutininden sanat- iktidar ilişkisine dair derin bir sohbete daldık.



Bir metnin tamamlandığını, olgunlaştığını anladığınız belirli işaretler veya kriterler var mı? Yazım sürecinizde, metnin artık üzerinde çalışılmaya ihtiyaç duymadığını nasıl fark ediyorsunuz? Dil, anlatım ve kurgu açısından metnin en doğru formuna ulaştığını hissettiğiniz anı nasıl tarif edersiniz?


Bunu çok kısaca “his” diye cevaplayabilirim. Bence her yapıt, aktarımcı, izlenimci, başı sonu yok sanılan ya da denemeyi andıran bir öykü bile olsa bir bitiş gerektirir. Bitirmenin biçimi yazarın anlayışına bağlıdır, kimi yazarlar metni olağan akışında birden keserler, kimileri etkileyici bir final için emek verirler. Ben bitti hissi almadan rahat edemeyen yazarlardanım, ayrıca fazla yazma gibi bir sorunum var. Söyleyecek sözüm kalmadığını hissettiğim zaman benim için metin bitmiştir. Ama bu çalışmamın bittiği anlamına gelmez, bu kez baştan alıp tekrar çalışırım, burada amaç eksiltmek, sarkan yerleri düzeltmek veya tutarsızlıklar varsa onları gidermektir. Kurguyu genellikle kitabın başında yaparım, iyi kurguyu deneme yanılma ile bulurum. Mesela “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” mevcut kurguyla başladığım bir metin değildi, nasıl anlatacağımı, dolayısıyla kurguyu uzun zaman aradım. Anlatım da aynı şekilde çok aradığım, ön çalışmayı uzun tuttuğum bir şeydir. O mu anlatsın, bu mu anlatsın, karakterin ağzından mı yazmalıyım, karakterin zihninden mi? Bu sorular beni çok meşgul eder ve bütün seçenekler için de genellikle çalışmış olurum. Esnemeyen bir kurgu yapmışsam, final belliyse ve hikâye o finale doğru akıyorsa sorun yoktur, hikâye finalde kendini tamamlar ve metin biter. Ama kurguyu her zaman çok katı çizgilerle belirlemiş olmayabilirim, birkaç ihtimal arasında kararsız kalabilirim, böyle durumlarda birkaç kez çalışırım. Çalışırken bir nokta gelir, orada hikâyenin açıldığını, kalemin aktığını yazdıkça fark ederim ve anlatının biçimine karar vermiş olurum. Dil ise karakteri tasarlarken, anlatıcının kim olduğuna karar verdiğim sırada bulduğum bir şeydir. Bunların hepsi usul usul gelişen bir süreç olduğu için şu anda oldu, şunu hissettim diyemem, her aşamada bir parça daha ilerlediğimi fark ederim. Nasıl yazacağım arayışının benim için iyi örneklerinden biri “Osman”dır, kitabın neredeyse dörtte birini yazmıştım ama içime sinmedi, bütün yapıyı yıkıp yeniden tasarladım.


Bazen kurmacayı tamamlanmış kabul etmekte zorlandığınız olur mu?


Kabul etmekte zorlandığım olmaz ama bu hikâye tamam deyip tekrar başa döndüğümde, ince ayar çalıştığımda tereddüt ettiğim, atsam mı, kalsa mı, yoksa yeniden daha etkili bir şekilde yazsam mı diye düşündüğüm çok yer olur. Ben iyi bir metnin artırılarak değil, eksiltilerek kıvamını bulduğunu düşünürüm, bitirdikten sonra eksiltmek için baştan aldığım zaman daha iyi olduğunu hissediyorum. Bazı yazarlar öyle değil; geri dönüşsüz çalışırlar, mesela Yusuf Atılgan’ın bir cümle tam anlamıyla içine sinmeden ikinci cümleye geçmediği söylenir. Bunu “dantel yöntemi” diye tanımlıyorum. Ben öyle değilim, ben metni hamur gibi yeniden ve yeniden yoğururum, buna da “hamur yöntemi” diyelim.


Tüm eserlerinizde kurmacanın gerçeğe dokunduğu, temas ettiği bir nokta var. Yazmak için oturduğunuzda gerçek ile kurmaca arasındaki farkı nasıl tasnifliyorsunuz?


Gerçek karakterlerin kaşına gözüne kadar tümüyle kurguladığım hikâyelerin bile esas zeminidir ve gerçek, benim gözümde de metnimde de gerçektir. Metinlerimde iki türlü gerçekten söz edebiliriz. Bir, hikâyenin gerçeğe uygun olması yani bilimkurgu veya fantastik olmaması. Bilimkurgu ve fantastik yalnız yazar olarak değil, Ursula K. Le Guin ya da Ray Bradbury gibi birkaç istisna dışında, okur veya sinema seyircisi olarak da yakınlık duyduğum türler değil. Her ikisinin de nitelikli örneklerine saygım var ama diğer türlerde ömrüm boyunca okusam veya seyretsem bitiremeyeceğim kadar çok sayıda iyi eser olduğu için onları tercih ediyorum, dolayısıyla bu türlere yazmaya ilgim de yok. Öte yandan sürrealizme yani gerçeküstücülüğe uzak değilim. Sanat alıcısı olarak sürrealist filmlerden de, resimlerden de, edebiyattanda hoşlanırım. Zaman zaman sürreel diyebileceğim denemeler yaptım, mesela“Kırmızı Azap” ya da “Şehirden Sesler” adlı öykülerim. Ama bunlarda da gerçeküstücü anlatının felsefi göndermeler için sağladığı olanağı kullandım.Gerçeküstücü edebiyat ile fantastik arasında ne fark var diye sorarsanız benim için fantastik bir metinde bütün unsurlar, gerçekçi veya değil, fantastik bir atmosfer için özellikle kurgulanır.Gerçeküstücü metinde ise gerçeküstü hissi, gözümüzde canlanan bir zeminden çok histir, bir tür atmosferdir, felsefi bir koku, doku, rüzgâr gibidir.Gerçeküstücü atmosfer olay örgüsünü bir yere götürmeyi değil, düşüncelerimizi bir yere taşımayı amaçlar. Gerçeğin diğer türüne, yani hikâyelerimin gerçekçi bir zeminde inşa edilmesine gelirsek, kurmacanın gerçeği içermesini, hatta sarıp sarmalamasını isterim. Tarihsel sapmalardan ya da tarihi eğip bükmekten hoşlanmam. Kitap okurken veya film seyrederken gerçeğin gerek tarih gerek sosyal ve kültürel açıdan çarpıtılmasını kabullenmekte zorlanırım. Evet, bazen iyi bir drama gerçeklikten taviz vermeyi gerektirir ama bunun herkes tarafından bilinen tarihsel bir gerçekle ters düşmemesi şarttır. Eğer tarihsel zemini önemli bir roman yazıyorsam her şeyi kontrol ederim, mesela yine “Deliler Evi”ni ele alalım, Türkiye veya dünya tarihine ilişkin her şeyi kontrol ettim, sadece tarihsel değil, kültürel veya sosyal bir tutarsızlık olmaması için de çok çalıştım. Tarihsel tutarlığa dilin gelişimi de dahildir, Tanzimat döneminde geçen bir romanı öz Türkçe kullanarak yazabilirsiniz ama karakterlerinizi öz Türkçe konuşturamazsınız. Ya da eski dili kullanmayı seviyorsunuzdur, günümüzde geçen bir hikâyede ağdalı bir dili tercih edebilirsiniz ama yine karakterlerinizi öyle konuşturamazsınız. Dile her gün argo olması hiç de şart olmayan yeni deyimler, kelimeler, söz öbekleri eklenir, bir zamanlar kullanılan tanımlar, kelimeler yerini yenilerine bırakır. Bugün özellikle internet çağında kelimelerin tedavül süresi çok kısaldı. Benim çocukluğumda kızlarla erkeklerin flört etmesinin adı “konuşmak”tı, “konuştuğu çocuk”, “konuştuğu kız” denirdi. Sonra “çıktığı” oldu, sonra “yazdığı” oldu, şimdi “yürüdüğü çocuk” veya “yürüdüğü kız”. Dolayısıyla 1960’larda geçen bir hikâyede bir karakter bir başkasına “bu kıza yürüyorsun ya sana çok kuruluyorum,” ya da “bu meseleye çok yükseldin sanki, öyle bir vibe aldım” derse zaman tünelinde çok ciddi bir kaza olur, karakter ve zaman inandırıcılığından çok şey kaybeder, dolayısıyla gerçekliği birkaç açıdan kontrol etmemiz şarttır.


Kitaplarınızda yer alan hikâyelerin birbirine eklemlendiğini söyleyebiliriz; bu bağlamda yazdığınız her yeni kitap, önceki kitaplarınıza nasıl bir katkı sağlıyor?


“Osman”ın “Yeşil Peri Gecesi” ve “Kapak Kızı”na katkı sağladığı doğru. “Osman”ın okurdan çok ilgi görmesi diğer iki romanada hızla ve aynı ölçüde yansıdı ama bunu bir katkı sağlasın diye yapmadım, karakterlerin hikâyelerinin devamı olduğu, zihnimde yaşamaya, gelişmeye devam ettikleri için yaptım. Böylece 1990’da “Kapak Kızı”nı yazarken hiç planlamadığım şekilde bir üçleme çıktı ortaya. “Evvel otel” adlı öykü kitabım da ilk kitabım olan “Saklı”yı içerir, onu da kendi edebiyatımı temize çekmek için yaptım. Diğerlerinde pek öyle bir ilişki ağı yok. Ama akraba kitaplar, romanların arasında illiyet bağı olması hoşuma gider, edebiyat zeminini benim için bir bütün haline getirir. Sevdiğim bazı yazarlarda da olan bir özelliktir bu. Bunun şahikası da William Faulkner’dır. Bütün romanları bizzat kendisinin yarattığı ve uydurma bir Mississippi ilçesi diye tanımladığı Yoknapatawpha adlı hayali bir ilçede geçer. Bir romanda baş karakter olan kişi bir diğerinde yan karakterdir. Romanlarının ilk sayfasına kendisinin çizdiği bir de uydurma harita koymuştur. Nehir nereden geçer, kilise, okul, bar nerededir, doktor nerede oturur, şerifin evi nerededir hepsini bu haritada göstermiştir.


Bu da Faulkner’in edebiyat yapısını sarsılmaz bir bütün haline getirmekle kalmaz, onca romanı aynı hayali yerde geçirmesi ve onca romanda tutarlılıktan milim şaşmaması Faulkner’ın edebi bir deha olduğunu gösterir. Sevdiğim bir diğer yazar da “Avignon Beşlisi”, “İskenderiye Dörtlüsü” gibi seri romanların yazarı Lawrence Durrel’dir. O da karakterlerini ve romanlarını birbirine eklemlemeyi seven bir yazar.


Bir metni yazarken okurla veya başka yazarlarla kurduğunuz dolaylı bir iletişim hissediyor musunuz?


Hem de sık sık. Aslında Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ya da Max Frisch, Thomas Bernhard, Leyla Erbil gibi yazarlar zihnimde benimle birlikte yaşarlar. Bir metne çalışırken Leyla Erbil bunu nasıl görürdü ya da Tanpınar bunu nasıl tarif ederdi diye düşündüğüm olur. Bazen Frisch’in bir romanının bir yerinde verdiği bir duyguyu versin diye yazdığım bir paragraf üstünde çok çalışırım. Ama asıl iletişimi -daha önce de sık sık söyledim- şiirle kurarım. Şiir beni edebiyata taşıyan en güçlü dalgadır. Metnin akmadığını, tıkanma yaşadığımı hissettiğim an, açar şiir okurum, beni en has ve en soyut edebiyat alemine sokar. Özellikle Edip Cansever yeni bir metne başlamadan önce ya da yazarken ya da yazmaktan sıkıldığımda ya da yazdığım karakterle ilgili bir özellik aradığımda açıp okuduğum şairdir. Bazen beklemediğim şairler dünyama misafir olur. Mesela “Evvel otel”de yer alan “Acı lezzet” öyküsünü yazarken sık sık Lale Müldür’ün “Anemon” kitabını açıp okudum, ki yazmakta olduğum metinle yakından uzaktan ilişkili görünmüyordu. Ama kelimelerin oluşturduğu hâletiruhiye ilişkili görünmese de bir dip dalga gibi etkiler bizi, yeni bir biçim verir. Bu nedenle iyi ki şiir var diyorum.


Yayıncılık, sinema kariyeriniz, yazarlık... Tüm yaptığınız şeyler düşünüldüğünde, her biri yalnız çalışmayı gerektiren şeyler. İlham ve motivasyon için özel bir şey yapıyor musunuz? Yalnız çalışmanın avantajlı olduğu durumlar var mı?


Ekiple sadece senaryo kurgusu çalışırım, yazmak benim içinyalnız yapılan bir iştir. İlham da motivasyon da edebiyattan gelir. Çalışmaya içsel olarak hazırlanmış olarak otururum, hazır değilsem okumak harika bir motivasyondur. İyi bir kitaptan okuduğunuz on sayfa sizi doğru çalışma masasına götürür, iyi bir roman yazmak için sabırsızlanmama yol açar.


Sanat mutlak bir disiplin gerektiriyor. Çalışma rutininiz var mı?


Pek çok sanatçı başarısını tanımlarken çok klişe bir sözden yararlanır, bu söz bütün klişeler gibi doğrudur çünkü klişeler doğru oldukları için klişedirler. Pek çok sanatçı “Başarının yüzde onu yetenek yüzde doksanı çalışmak” der, katılıyorum. Çalışmayla desteklenmeyen yetenek kullanılmayan zekâ gibi körelir. Verimli yazmak çalışmadan olabilecek bir şey değil. Rutine gelince. Eskiden sigara içerdim. Kırk yıl, günde bir paketten az olmamak üzere sigara içtim. (Aptallıkmış.) O zamanlar sabah beşe kadar çalışırdım, güneşin ilk ışıklarıyla yatmaya giderdim. Kesintisiz uyuyabileyim diye pencerelerim panjurluydu, perdelerim ışık geçirmeyen perdelerdi. Gece yazarak yaşayan bir insandım. Sonra bir gün bir anda sigarayı bıraktım. Birkaç ay içinde de bambaşka bir insana döndüm. Şimdi sabah beş buçuk gibi kalkıyorum. Altıda çalışmaya oturuyorum ve on buçuk on bire kadar çalışıyorum, rutinim bu.


Sanat ve iktidar ilişkisi, iki yönlü bir etkileşim süreci. İktidar, sanatı kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışırken, sanat da iktidarı sorgulayan, eleştiren ve dönüştüren bir güç olarak varlığını sürdürmek zorunda. Türkiye’deki yazar-yayıncı ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?


İktidar denince aklımıza tek bir iktidar gelmiyor, aslında geliyor da bir tek o gelmemeli. Günlük hayatımızın içinde pek çok iktidar çeşidiyle burun buruna yaşıyoruz. İş hayatımız, dostluk hayatımız, akrabalık ilişkilerimiz; hepsinde az veya çok, gizli veya örtük bir iktidar ilişkisi söz konusu. Siyasi iktidardan söz ettiğimizde durum ortada ve şu anda ancak durumun ortada olduğunu söyleyebilecek kadar özgürüz. Yayıncı-yazar ilişkisinde ise iktidar sahibi olanın kim olduğu cevaplanması çok zor bir soru. Bence aslında iktidar sahibi olan piyasa. Kitap aleminde de oyunu piyasa kuruyor, büyük yayıncılar piyasanın oyunu bozmayacak şekilde müdahale edebiliyor. Denklem çok basit aslında, yayıncılar piyasa şartlarına uygun şekilde çalışmak zorundalar aksi takdirde batarlar, bu kadar. Dolayısıyla yazarlarını da bu piyasa şartlarına zorluyorlar. Güçlü yazarlar kendi ilkeleri doğrultusunda çalışmaya devam edebiliyor, yayınevinin üstüne söz ve ses sahibi olabiliyor ama genç ve yeterince güçlü olmayan yazarlar için yayıncı mutlak iktidar sahibi. Genç, güçsüz, isimsiz yazarlar için telifini alamamaktan hak ettiğinin altında bir telif almaya hatta çoğu zaman kitabın maliyetini cebinden verip yayınlamasını sağlamaya, tanıtım faaliyetlerinin yetersizliğine kadar pek çok sorun var. Güçlü yazarlar aynı zamanda yayınevlerinin amiral gemileri olduğu için tam iktidar sahibi değillerse de eşitten fazlasını alarak paylaştıklarını söyleyebilirim. Ama onlar da piyasa şartlarına tamamen sırtını çeviremiyor, endüstrinin geldiği nokta, kitabın kitapçıda satılan bir nesne olmaktan çıkıp internet malına dönüşmesi, nitelikli edebiyat dergilerinin kaybolması nedeniyle doğan derin entelektüel boşlukta oradan oraya savrulan okur kitlesi gibi unsurlar yazarları da örneğin tanıtım faaliyetlerinde yayınevine destek vermeye zorluyor.


Bir yazar popüler kültüre sırt mı çevirmeli ondan faydalanmalı mı? Özellikle sosyal medyada yer alan çevrimiçi platformlardaki yayıncılığı faydalı buluyor musunuz?


Popüler kültür uzun yıllar boyunca çoğunlukla havanda su dövmek şekilde tartıştığımız bir konu oldu. Bu meseleyi genel bir söyleşi kapsamında cevap verilemeyecek kadar önemli buluyorum. Nedenleriyle tartışmak zaman alır dolayısıyla çok özet söyleyeyim. Bir yazar popüler kültüre ne sırt çevirmeli ne de ondan gereğinden fazla faydalanmalı. Gerek olan ne kadar? Yani ölçü ne? İyi bir soru. Ben şöyle düşünüyorum. Bilmek



yararlıdır, popüler kültür unsurlarını doğru değerlendirmek için popüler kültüre tamamen sırt dönmemekte yarar var ama popüler çoğu zaman bayağılığın karşı konulamaz çekiciliğini taşır ve tıpkı Müge Anlı’nın başından kalkamayanlar gibi sizi içine çekiverir ve yüzeyselleştirir. Öte yandan sürekli ilgilenmekte olduğumuz popüler kültürün derinliğini sorgulayarak yaşayamayız, dolayısıyla popüler kültürle aramıza mesafe koymakta ama gözden de tümüyle uzak tutmamakta yarar var. Çevrimiçi platformlardaki yayıncılıktan kastınız whattpad romanlarsa hiç ilgilenmiyorum, dolayısıyla yararlı olup olmadığı hakkında bir fikrim de yok. Ama buna yılın tecrübesiyle şunu söyleyebilirim, yararlı olsaydı bugüne kadar yararlı olduğuna dair birkaç işaret görürdüm, ama benim gördüğüm çok satılması, fuarlarda akıl almaz teenage kuyrukları oluşturması ve geçip gitmesi.

 
 
 

Comments


bottom of page