top of page

BURADAN NEREYE GİDİYORUZ?



Teknoloji şirketlerinin müzik endüstrisini yönettiği bu yeni çağda kapitalist iştah her şeyin önüne mi geçiyor? Yoksa hem kültür üreticileri hem de “tüketicileri” daha önce eşi görüşmemiş bir fırsat eşitliğine mi sahipler?


“Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır. Filmler, radyolar ve dergiler her şeye bir sistem meydana getirir. Bu alanların her biri kendi içinde ve hep birlikte bir söz birliği içindedir.” Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın 1947 tarihli “Aydınlanmanın Diyalektiği” metninde kültür endüstrisine dair, dönemin koşullarında ve bambaşka bir bağlamda yaptıkları bu eleştiriyi ‘günümüze’ birçok farklı biçimde uyarlamak mümkün. Etkileşimin ve tüketimin nihai hedeflerden biri olduğu bu yeni kültür çağında, tüm algoritmaların bizleri daha fazla ‘etkileşmeye’ yönelttiği malumumuz. Bu yönlendirmenin temelinde yatan, adına sıklıkla ‘kişiselleştirme’ denilen belki de kusurlu tasarım, bizleri içinden çıkamadığımız kişisel bir ‘aynılığın’ sonu gelmez döngüsüne sürüklüyor. Aynı fotoğraflar, aynı müzikler, aynı diziler, aynı filmler -eğer bundan kaçınmanın alternatif yollarını yaratmazsak- gündelik kütür ve düşünce hayatımızın, ‘tüketimimizin’ merkezine yerleşiyor. Benzerlik, tanıdıklık, aşinalık her birimizin ‘kişisel’ kültürel keşiflerinin yörüngesinde kendine gereğinden fazla yer buluyor. Sonsuz içeriğe ulaşma olanağına sahip olduğumuz bu çağda, aynılığa dair yaşadığımız bu potansiyel sorun, yeni-farklı bir üretim yapılmayışından değil, farklılığı keşfetmek için özel bir çaba sarf etme zorunluluğundan geliyor. Spotify’daki ‘Haftalık Keşif’lerimiz, Instragram’daki ‘Keşif’ sekmemiz, Netflix’teki ‘Ana Menü’müz sıklıkla birbirinin aynı ‘içeriklerle’ dolu. Bu yeni dünyada kültürün, asıl konumuza gelirsek, daha da spesifik olarak müziğin yeni-farklı halleri kendine nasıl yer bulacak? Dinleyicilerle (ya da ‘tüketicilerle’) hangi mecralarda, nasıl buluşacak? Bir şarkıyı; üretildiği, dağıtıldığı mecraları kimler, hangi itkilerle yönetecekler? Müzik, eskisinden de yoğun biçimde ekonomik bir metaya mı dönüşecek? Yoksa tüm bu teknolojik gelişimler müzik üretimini daha da bağımsız ve özgür bir hale mi dönüştürecek? Bunu kimler, nasıl değiştirebilirler? Cevabı oldukça zor sorular. Ama çağımızın eğilimlerine baktığımızda, öngörüleri belki yakalayabiliriz.


KARARLARI KİM VERİYOR?


Müzik endüstrisinin akıl almaz bir hızla değiştiği aşikâr. Her geçen yıl sanatçıların kendilerini sunabileceği yeni platformlar, mecralar, alanlar peşi sıra gündemimize giriyor. Bu yeni alanların varlığı müzik üretimi, dağıtımı, keşfi konusunda çift yönlü tartışmaları da beraberinde getiriyor. Teknoloji şirketlerinin sunduğu olanaklar sanatçıların daha özgün, özgür ve demokratik bir alanda var olmasını mı sağlıyor? Yoksa burada kültürel ve ekonomik bir tahakküm mü söz konusu? Çok değil, bundan sadece 20 yıl öncesine kadar plak şirketleri bir sanatçının varlığı için olmazsa olmaz ‘aracılardan’ bir tanesiydi. Günümüz dünyasında eğer iyi bir şarkıya, iyi bir videoya, iyi bir sese sahipseniz hiç kimseye ihtiyaç duymadan, tek başınıza yıldızınızı parlatabiliyorsunuz. Bunun için ne pahalı bir stüdyoya girmenize ne de sizi yıllarca bağlayacak zorlu anlaşmalar yapmanıza gerek var. Evinizde besteleyip kaydettiğiniz şarkınızı Instagram’dan, TikTok’tan, YouTube’dan, Bandcamp’ten saniyesinde paylaşabilme imkânına sahipsiniz. Bu potansiyel fırsatın bir açıdan demokratikleşme getirdiği söylenebilir. Spotify’da her gün on binlerce şarkı yayınlanabilmesi (ki bu eskiye oranla inanılmaz yüksek bir rakam) aslında bir anlamda bu ‘görece fırsat eşitliğinden ve teknik kolaylıktan da kaynaklanıyor. Ama işin diğer tarafına baktığınızda, günümüzde müziği yönetenlerin temel motivasyonlarının farklı olduğunu kolaylıkla okuyabilirsiniz. Müziğe dair büyük kararların artık Silikon Vadisi, Shenzhen, Stockholm, Tokyo ya da dünyanın herhangi bir yerindeki teknoloji yöneticileri tarafından verildiği ve kurgulandığı malum. Geleneksel plak şirketlerinin bu alanda rolü hala olsa da, TikTok sizi bir plak şirketinden çok daha ileriye taşıyabiliyor. Ya da oyun dünyasındaki varlığınız; misal, Fortnite’daki prömiyeriniz, albüm satmanızdan hem bilinirlik hem de ekonomik açıdan çok daha kıymetli olabiliyor. Bu fırsatların geçmişe oranla çok daha fazla insanı üretmeye, paylaşmaya teşvik ettiği ve buna olanak sağladığı da aşikâr. Fakat aracıların değiştiği bu dünyada asıl dert müziğin, yaratımın kendisi mi? Üretilen bu ekonomik gelir müziğin ya da kültürel üretimin kendisine mi yoksa başka alanlara mı aktarılıyor? Yine de bu fırsatlar olmasaydı, günümüzde Türkiye’de de yaşanan, yeni kuşakla daha da artan mevcut kültürel ‘fazlalık’ bu düzeye gelebilecek miydi? Bu kültürel fazlalık eserlerin, şarkıların kendisini daha kıymetli yapıyor mu? Yoksa kültür ürünlerine dair niceliğin her geçen gün arttığı bu dünyada, niteliksel bir çöplüğe doğru mu ilerliyoruz? Tek yönlü cevabı olmayan sorular bunlar.



“MÜZİĞE DAİR BÜYÜK KARARLARIN ARTIK SİLİKON VADİSİ, SHENZHEN, STOCKHOLM, TOKYO YA DA DÜNYANIN HERHANGİ BİR YERİNDEKİ TEKNOLOJİ YÖNETİCİLERİ TARAFINDAN VERİLDİĞİ VE KURGULANDIĞI MALUM. GELENEKSEL PLAK ŞİRKETLERİNİN BU ALANDA ROLÜ HALA OLSA DA, TIKTOK SİZİ BİR PLAK ŞİRKETİNDEN ÇOK DAHA İLERİYE TAŞIYABİLİYOR.”


GELİR NEREYE GİDİYOR?


Peki cevap nerede saklı? Nasıl bir değişim bekliyor bizleri? Müzik endüstrisinde geleceğe dair neler konuşuluyor? Dünyadaki internet kullanımı günümüzde kabaca yüzde 60’larda duruyor. Yakın gelecekte bu kullanıma eklenecek milyarlarca yeni birey hem içerik talebini hem de üretimini muazzam bir biçimde artıracak. Bu artış elbette potansiyel müzik dinleyicilerinin ve yaratıcılarının sayısını da kapsıyor. Üstelik bu yeni eklenmeler çoğunlukla Asya ve Afrika’dan gerçekleşecek. Dolayısıyla ihtiyaçların bu bölgeler de düşünülerek (yeniden) tasarlandığı aşikâr. Üstelik karşımıza K-pop’vari yeni global müzik dalgaları ve ekonomileri çıkarsa da şaşırmayalım. İlginç bir istatistiğe göre, yeni müzik üretiminin bu yüksek ivmesine rağmen, dinleyiciler büyük oranda ‘eskiye’ yöneliyorlar. Spotify’da 2021 yılında dünya çapında dinlenen şarkıların yüzde 70 gibi büyük bir bölümü ‘katalog’, yani eski şarkılar. Bu eğilimin ardında hem pandeminin getirdiği yaratıcı üretim aksaklıklarının hem de nostalji yöneliminin payı da var. Ama rakam önceki yıllarda da çok farklı değildi. Dolasıyla plak şirketlerinin ‘eski’ içeriği pazarlamak için yeni yöntemler bulmayı deneyeceğini de kestirebiliriz. Bu yeni yöntemlerden biri de hologramlar. Hayatını kaybetmiş müzisyenlerin hologramlarla yeniden dirilmesine, konserler vermesine, hatta yapay zekalar, ‘makine öğrenmesi’ ve ‘deepfake’ vokaller aracılığıyla, yeni şarkılar yazmasına, söylemesine artık birçok endüstri lideri tarafından kesin gözüyle bakılıyor. Elvis Presley’nin Harbiye Açıkhava’daki ‘ilk’ konserini kaçırmak istemezdiniz herhalde? İşin aslı, bu tarz alternatif gerçeklikler çoktan hayatımıza girdi bile. Müzisyenlerin ve plak şirketlerinin değişen rolleri onları şimdiden yeni arayışlara itiyor. Bu yeni arayışlar Metaverse’de ya da Fortnite’da gerçekleşecek konserler kadar, bu tip oyunlarda, sanal dünyalarda satılacak grup tişörtleri, albümler, NFT’ler olarak da karşılık bulabilecek, bulabiliyor. Ama bu potansiyel beraberinde başka bir sorunu da getiriyor. Müzik endüstrisine dair dolaylı genel gelir artıyor olsa da, bu gelirin ne kadarı müzisyenlere ve müzik üretiminin kendisine geri gidiyor? Çağımızın müzik yöneticileri, yani teknoloji şirketleri Apple, Alphabet, Tencent ve diğerleri bu geliri müziğin kendisini değil, farklı yatırımları fonlamak için de sıklıkla kullanabiliyor. Spotify’in şu sıralar müzisyenlerden elde ettiği geliri ‘exclusive podcast’lere aktarması, üstelik bazı podcast’lerdeki tartışmalı bilgi kirliliğini eleştiren nice müzisyenin platformundan ayrılmasını sorun etmemesi de benzer bir eğilime işaret ediyor. Müzik, farklı alanları fonlayan bir maden haline mi dönüşüyor? Bu da önemli sorulardan bir tanesi.



FIRSAT EŞİTLİĞİ Mİ?


Müzik endüstrisine zarar verme ihtimali de tartışılan, teknoloji ve kültür arasındaki bu geçişken yapı, aslında farklı bir açıdan bakıldığında müzisyenlerin kendisine sonsuz bir gelir olanağı da sağlıyor. Dr. Dre’nin, Jay-Z’nin, Beyonce’nin milyon hatta, milyar dolarlık servetleri geçmişin süperstar müzisyenleri için bile hayal edilemezdi. Bu gelire olanak sağlayan, müzisyenlerin teknoloji ve farklı sektörlerde yaptıkları yatırımlar. Dolasıyla müzik tarafında azalan gelirin birçokları tarafından ‘influence’ etmenin gücüyle gelen yan anlaşmalar tarafından sağlanacağını, sağlandığını kestirmek de güç değil. Bu güçlü teknolojik, kapitalist bağlar müziğe dair kararların aslında bambaşka motivasyonlarla yapıldığına da işaret ediyor. Müzik endüstrisine dair teknolojik yeniliklerin büyük çoğunluğuna bu endüstrinin dışındaki yöneticiler tarafından karar verilmesi, müzik üreticilerini ve dinleyicilerini etkileyecek bu kararların sanatsal değil ekonomik kararlar olacağını da gösteriyor. Ama belki de bu kararlar en naif, en sanatsal gözüken topluluklar için bile, endüstrinin bambaşka dinamiklerle ilerlediği bir dönemde dahi, tamamen ekonomikti. Paul McCartney bir söyleşisinde şöyle diyor: “Biri bana ‘Ama The Beatles materyalizme karşıydı’ demişti. Bu, koskoca bir mit. John Lennon’la oturur ve aynen şöyle derdik: ‘Haydi bir yüzme havuzu yazalım.’” Tüm bu ekonomik motivasyon bir şarkının değerini azaltır mı? Bu başka bir tartışmanın konusu. Yeni jenerasyon, Z-kuşağı ise bu hikâyeye bambaşka bir açıdan bakıyor. Bu teknolojik gelişimler onlara kendi arzu ettikleri topluluklarla, diledikleri şekilde buluşabilme, diledikleri içeriği, şarkıyı yaratıp paylaşabilme olanağını sunuyor. Üstelik bunu yaparken kurallara karşı durmaktan ve hatta yıkmaktan da çekinmiyorlar. Yine de bu düzenin içerisinde endüstrinin gizli elinden ne kadar uzaklaşabileceğini her birey ya da kolektif oluşum kendisi belirliyor. Yazının başına, Adorno ve Horkheimer’in yaklaşık 80 yıl önce yaptığı eleştiriye dönelim. “Sinema ve radyo günümüzde kendilerini sanatmış gibi göstermek zorunda değiller” cümlesi de geçiyor aynı metinde. Bu eleştiri kültürel üretimlerin bütününe, müziğe de yayılıyor, bulaşılıyor. Seri üretim, aynılık, kültür endüstrisindeki kapitalist eğilim de gözetilerek yapılan bu eleştiriyi güncelleyip, günümüz teknoloji şirketlerine de kolaylıkla yöneltebiliriz. Ama aynı kapitalist iştah, önceden sesini duymamıza imkân olmayan milyonlarca yeni ismin kültürel üretime katılmasına olanak sağlayacak yapıları da yaratıyor. Bu ekonomik iştah ve motivasyon sanatsal üretimin önüne mi geçiyor? Yoksa (en azından sahip olanlarda) teknoloji herkese aynı üretim, dağıtım, keşif olanağını mı sağlıyor? Siz tartışmanın hangi tarafında duruyorsunuz bilmem. Gelecekte bu iştah bizi nerelere götürecek, hep birlikte göreceğiz.



bottom of page