Her birimizin özünde bulunan, üzerini korku kılıfıyla kapatsak da içimizde varlığını sürdüren o gizemli güç. Olanaksızı keşfetmeye iten, uyuşukluktan çıkaran ve binlerce yıldır ödüllendirilen en güçlü erdem; cesaret...
Yazı; Zuhal Demirarslan
Dostlarla çevrili bir yemek masasında herkese soruyorum, “Sizce cesaret nedir?” diye. Gelen cevaplar: “risk almak, “Himalayalar’a tırmanmak”, “aşık olmak”, “evlenmek”, “boşanmak”, “borsaya para yatırmak”, “başka bir ülkeye taşınmak”... Liste böyle uzayıp gidiyor. Gelen cevapların ortak özelliği, hepsinin içinde bir eylem olması. Bu eylemlerin çoğunlukla risk barındırması.
Sahi neydi cesaret? Tam olarak yerini bilmesek de bedenimizin gizli sokaklarında dolaşan, bazen bizi yapayalnız bırakan, çoğu zaman kendi hayatımızı inşa etmemizi sağlayan formülü çok gizli olan bu iksir.
Aristo cesareti, korkaklıkla gözü karalık arasında anlam kazanan bir erdem olarak görür. Ernest Hemingway, “Tehlikenin üzerine gitmek değil, tehlike karşısında zarif davranabilmektir” diye tanımlar. Shakespeare, “Cesurlar bir kere, korkaklar her zaman ölür” der.
Cesaret ve aşk, sinema ve edebiyatta en çok işlenen iki konu olarak karşımıza çıkar. Hatta çoğu zaman cesaret aşktan önce gelir. Bir film ve romanı unutulmaz kılan, cesur ve gözü pek karakterleridir.
Cesaretin doğasında, güç ve gizem birbiri ile uyum içindedir hep. Her çağda en çok işlenen konu olması, onun bu çekici ve hayranlık duyulan doğasından kaynaklanır. Filmlerdeki ve romanlardaki cesur karaktere özenilir. Ancak çoğu zaman, gerçek hayatta değil de hayranlık duyduğumuz karakterler üzerinden cesaret ihtiyacımız tatmin edilir.
İngilizcede cesaret anlamında kullanılan “courage” kelimesinin kökeni, Fransızca “cœur” kelimesinden geliyor. Anlamı “yürek” demek. Korkuya rağmen kalbinin sesini dinlemek.
Zira korku olmadan cesarete ihtiyaç duyulmuyor. Korkularımız acı ve endişe verse de tedbir alıp eyleme geçmemizi sağlıyor. Mevlâna cesareti ateşe, korkuyu suya benzetiyor ve şöyle diyor: “Su ateşe galiptir ama suyu bir kaba koyarsanız altındaki ateş ısınıp onu yok eder.” Cesaret bizi korkunun güdümünden kurtarıyor, çünkü bu korku, işlevsiz bir korku. İnsan bu korkuyu yakıt olarak kullanıp cesaretle doğru eylemi yaptığında hayat onunla konuşmaya başlıyor. Eğer korkuya yenilip adım atmazsa cesaretin c’si düşüyor ve yerini esarete bırakıyor. Alışkanlıklarının, “el âlem ne der”lerin, kaygılarının esiri oluyor. Bu anlamda cesaret geliştirilmesi gereken bir kas gibi. Bedenimizdeki kasları geliştirirken ilk başlarda acı duyarız.
Tatlı bir acıdır o. Geliştirdikçe o acı yerini güce bırakır. Cesaret kasımız da korkuya rağmen attığımız adımlarla güçlenir. Bu güç öyle büyüleyicidir ki, başa gelebilecek her şeyi göğüsleme inancı verir. Bu güç hem adım attırır insana, hem de hayata ve kendine inanma dönemini başlatır.
Çoğu zaman değişimin başlangıcıdır cesaret, mutluluğa açılan kapı, konfor alanından çıkaran güdüdür. Bazen âşık olmayı becerebilmek, hayal kırıklığını göze almaktır. Bazen kırılganlığını gösterebilmek, yumuşak karnını açabilmektir. Çoğu zaman aptalca atılganlık ile korkaklığın arasındaki ince çizgidir. Çünkü bir silahtır cesaret, herkeste bulunabilir. Ruhsatı olana pek çok kapı açar, ruhsatı olmayanlara kendini vurdurabilir. Bazen de yalan söylemek yerine korktuğunu itiraf etmek kadar basittir.
Edmund Hillary’e sormuşlar, neden Everest’e tırmandın diye. “Çünkü oradaydı ve sürekli meydan okuyordu” diye yanıtlamış. Cesaret ve eylem birbirine sevdalı iki aşık gibi. “Yaşamak” cesaret ister! “Aşk” cesaret ister. “Yaratmak” cesaret ister. “Özgürlük” cesaret ister. “Affetmek” cesaret ister. “Hayal kurmak” cesaret ister. “Gitmek”, “kalmak”, “susmak”, “konuşmak” “vazgeçmek”... Bunların hepsi cesaret ister.
Peki hiç düşündük mü, cesaret ne ister?
Sağlam bir omurga, erdemli bir duruş, karakterli bir ruh ister. Özgüven yani öz’üne güven ister. Ama her şeyden önemlisi mangal gibi bir yürek ve kendiyle yüzleşebilme gücü ister. Budistler bu gücü gösterenlere “anagamin” der. Manası; dönüşü olmayan zirveye çıkan kişi.
Yarın öleceğimizi bilsek korkar mıydık şimdi korktuğumuz şeylerden? Bekler miydik adım atmak için ya da bekletir miydik? Herman Melville’in unutulmaz karakteri Katib Barteleby gibi “yapmamayı” mı tercih ederdik, yoksa Matrix’teki Neo gibi kırmızı hapı mı yutardık? Durur muyduk yerimizde, yoksa koşa koşa gider miydik hayalimize? Yutar mıydık sözlerimizi, yoksa haykırarak söyler miydik? Her şeyin zamanını mı beklerdik
yine, yoksa acele mi ederdik? “Bakarız” kelimesi olur muydu lügatimizde?
Biliyor muyuz daha kaç bahar yaşayacağımızı? Nereden biliyoruz çok geç olmayacağını? Bu güvenin kaynağı ne?
Sözün özü; bir tercihtir cesaret. Yaşarken cesaretle düşlerine adım atamadığı için kendini gerçekleştiremeyenler, içlerinde ukdeyle ölenler, ne ölüler diyarına girebilir, ne de yaşayanlar diyarında kalabilir. Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi, konuşmak için ölmeyi beklememek gerek, ölüler konuşmak ister.
コメント