top of page

Daha İyi Bir Dünya: Feminist Bir Dünya

İnsanlık tarihi boyunca, yaşadığımız dünyadan daha iyi bir dünyanın nasıl olacağını, olması gerektiğini düşündük. Çağlar boyunca, birbirinden beslenen, birbirini destekleyen ya da çürüten çeşit çeşit görüş ve kuram öne sürüldü. Ütopyalarımızın bir kısmını gerçekleştirebildik, bir kısmını beceremedik, bir kısmını ise distopyaya çevirdik. Bazılarının kafasındaki “daha iyi dünya” hayali toplama kamplarına dönüşürken bazılarının “daha iyi dünya” hayali ve mücadelesi kadınlar, çocuklar, LGBTİQ+’lar, işçiler, siyahlar ve daha pek çok insan ve başka canlı için dünyanın gerçekten de daha iyi bir yer olmasını sağladı. Son yıllarda ise bir yandan ekolojik felaketler ve COVID-19 pandemisiyle, bir yandan otoriter yönetimler ve savaşlarla yaşadığımız dünya giderek daha distopik bir görünüme büründü. Ama aynı zamanda dünyanın her yerinde bunlara karşı mücadeleler de sürüyor. Hep birlikte, distopyaların pençesinde kıvransak da ütopyaların peşinde koşmaya devam ediyoruz.



ALTERNATİF DÜNYALAR


Edebi ütopyalar, başka bir zamanda, başka bir gezegende ya da hayali bir dünyada geçebilir ama esas olarak yaşanan çağa dayanır; mevcut sistemi eleştirir ve alternatif bir dünya ortaya koyar. Ütopyanın, yaklaşık olarak MÖ 7. yüzyıldan MS 17. yüzyıla kadar süren klasik döneminin baskıcı, durağan karakteri, toplumun refahı için bireyselliği ve özgürlüğü yok etmesi, hiyerarşik yapısı, eşitsizlikler, ayrımcılıklar barındırması sonraki yüzyıllarda eleştirilir. 1800’lü yıllardan itibaren yaşanan siyasal, toplumsal, bilimsel ve edebi gelişmelerin etkisiyle ütopya da değişir.


Modern dönem ütopyalarında merkezi devlet örgütlenmesine karşı çıkan, otonom yapılar kurulur, bireysellik ön plana çıkarılır, devlet eliyle yürütülen şiddete karşı çıkılır, ütopyanın kendisinin de değişime açık olması, okuyucuyu mücadeleye çağırması gerektiği fikirleri gelişir. Öte yandan yaratılmaya çalışılan cennetlerin, bazıları için cehenneme dönüşmesiyle ütopya, distopyaya evrilir.


Feminist ütopyalar, klasik tarzdaki -hemen hepsi erkekler tarafından yazılmış- ütopyalardan belirgin farklara sahiptir: Bireyselliği ön plana çıkarırlar; cinsiyetler, cinsellikler, ırklar, kültürler, inançlar, eğilimlerdeki farklılıkları kabul ederler ve toplumsal yaşamı buna göre şekillendirmeye çalışırlar. Binlerce yıllık patriarkal düşünceyi sorgular ve yok etmeyi hedeflerler. Ayrıca insan merkezli değil, tüm canlıların ve doğanın haklarını gözeten dünyalar kurmaya çalışırlar. Batıda, feminizmin kavram olarak ortaya çıkmasından çok önce, 1405 yılında Orta Çağ Avrupası’nda Christine de Pizan, Kadınlar Kenti Kitabı’nda, kadının iyiliğinin, gücünün ve erdemlerinin kanıtlandığı ve sadece kadınların yaşaması için kurulan birşehir tasavvur eder. Başka bir dünya hayali ve mücadelesi olarak feminist ütopyalar, feminist hareketle paralel bir değişim gösterir. 1800’lü yılların başından itibaren kadınlar ütopyalarında siyasal katılım, eğitim, meslek edinme, mülk sahibi olma ve diğer ekonomik haklarla ilgili taleplerini dile getirir, güçlü bir kadın karakter olarak amazon figürüne yer verirler. 1960’lardan itibaren feminist ütopya yazını ikinci dalga kadın hareketi, eşcinsel özgürlük hareketi (sonrasında LGBTİ+ hareket), ekolojik sorunlar ve mücadeleler ve diğer toplumsal gelişmelerin etkisiyle gelişir.


Kadınlar anarşist, sosyalist, ekolojist, anaerkil, lezbiyen, androjen/ kuir toplumların anlatıldığı birçok ütopya ve distopya yazarlar. Feminist ütopya yazını 1970’ler ve 80’lerde altın çağını yaşar ve bu dönemdeki gelişmelerin etkisi, erkek yazarlar tarafından yazılmış olan ütopya ve distopyalarda da görülür.1800’lü yıllarda kullanılan ve bedenlerin cinsel, fiziksel, ruhsalve toplumsal olarak benzer olmaları ya da her iki cinsiyetin aynı bedende taşınması anlamlarına gelen “androjeni” kavramı, 1970’li ve 1980’li yıllarda feminist ütopyalarda önemli bir yere sahip olur. Örneğin, Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli (1969) değişken cinsiyetli bireyleriyle ütopyacı bir evren sunar ve “Kral hamileydi.” cümlesiyle zihinlerimizde yer eder. Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın’ında (1976) kadınlar ve erkekler fiziksel olarak birbirine çok benzer, üreme tamamen bedenden ayrılır, buna karşılık duygusal bağ kurabilmeleri için erkek bedenleri de çocuk emzirebilecek şekilde yapılandırılır. 1990’lardan itibaren androjeni kavram olarak kullanımını kaybeder ama feminist ütopyalarda değişken cinsiyetler, cinsiyetsiz insan dışı/insan sonrası varlıklar yaygın olarak görülmeye başlar. Feminist ütopyacı tahayyüller, cinsiyetlerin değişkenliği ve belirsizliği anlamında kuir varoluşun erken dönem örnekleri olarak görülebilir.


Feminist ütopya yazarları yaşamdaki ayrımcılığın yansıması olan dildeki ayrımcılığı da ortadan kaldırmaya, yeni düşünce ve yaşam biçimlerini yansıtacak bir dil oluşturulmasına çalışırlar. Örneğin Ursula K. Le Guin’in “ikircikli ütopyası” Mülksüzler’de (1974) cinsel ilişkilerin güç ve iktidar ilişkisi şeklinde yaşanmadığı, kurumsallaşmış dinin bulunmadığı anarşist bir gezegen anlatılır. Romanın başkarakteri, öfkesini ifade edecek kelime bulmakta zorlanır çünkü “cinsellik pis bir şey olmayınca, günaha girmek diye bir şey de olmayınca küfretmek” neredeyse imkânsızdır. 1990’lar ve 2000’lerde Donna Haraway’in Siborg Manifestosu ve Judith Butler’ın Cinsiyet Belası gibi teorik çalışmalar, politik ve teknolojik gelişmeler feminist ütopya edebiyatını da etkiler. Yapay zekâ, siborg, insan dışı/sonrası organizmalar, sanal gerçeklikve biyoteknoloji temalar arasına eklenir; beden, cinsiyet ve cinsiyetsizliğe dair tartışmalar, LGBTİQ+ karakterler ve kuir evrenler geniş yer bulur.Feminist distopyalarda patriarkal düzenin aşırılaştığı, kadınların toplumsal ve siyasal alandan uzak tutulduğu, bedenlerinin denetlendiği, baskı, ayrımcılık ve şiddetin hüküm sürdüğü dünyalar yaratılır. Böylece okuyucu gerçek hayatta mücadeleye çağrılır. Distopyalar hemen her zaman içinde bir umut ışığı da barındırırlar. Feminist distopya yazınının olduğu kadar distopya türünün de ilk örneklerinden biri, Katharine Burdekin’in Swastika Geceleri’dir (1937).


Feminist ütopyalar kadınlar, çocuklar, erkekler, kuirler, androjenler, siborglar, ağaçlar, çiçekler, hayvanlar, dağlar, denizler... tarafından eşit bir şekilde paylaşılan dünyalarıylabizi umut dolu tahayyüllere davet eder. Feminist distopyalar ise korkunç alternatifleri göstererek mücadeleden asla vazgeçmememiz gerektiğini hatırlatır.


Comments


bottom of page