top of page

Disco’nun Renkleri, Zevkleri ve Hayaletleri

En son ne zaman içinizde kelebekler uçuştu? O nasıl olduğuna inanamadığınız romantik buluşmada mı, yoksa dağın tepesinde günün ilk ışıklarını gördüğünüz yolculukta ya da bol sıfırlı maaşıyla gelen hayalinizdeki iş teklifini aldığınız gün mü? Kimileri ise boğuk ama güçlü bir ritmin geldiği bir kapıdan içeri girdiği bir geceyi hatırlayabilir, birbirinden heyecanlı ve farklı insanların önünde beklediği, içeri girmeye çalıştıkları bir kulüp ise bu. Hele bir müzik aşığı iseniz, daha ilk vuruşta insanı yakalayan davulun ve hi-hat’in baştan çıkaran ritmi, hüznün ve neşenin birbirine karıştığı o güçlü kadın vokaliyle yükselen ve yükselten bir şarkı, adeta sizi elinizden tutup dansa kaldırmaya çalışan sevgiliniz gibi sarılıyorsa? Bazen bir mekân, bazen bir müzik, bazen hepsi, bir yaşam tarzı ama günün sonunda hayatın kutlanması, aslında hepsi tek bir kelimede buluşuyor burada: Disco!

Jakob Owens


Hikayemiz, 1970’lerin başlarında başlıyor (ama 1900’lerin ilk yarısında Karayipler’de bir adada veya 1950’lerdeki bir gospel ayininde de başlayabilirdi aslında). New York’un batakhaneye dönüşmüş Harlem mahalleleri kentsel dönüşüm uğruna yıkılırken, gençliğinde Puerto Rico’lu bir sokak çetesini yöneten Joe Bataan, Bronx’lu siyah bir şair ve müzisyen olan Gil Scott-Heron’ın caz esintili “The Bottle” parçasını “La Botella” olarak yorumluyor. New York’un biraz ötesinde yazlık sahil mekanlarında genç bir müzik prodüktörü, Tom Moulton, kaset bantlarını kese yapıştıra ilk mixtape’leri ve remix’leri oluşturmakla meşgul. DJ Kool Herc ve Grandmaster Flash, arka sokak partilerinde plaktan plağa ilk mix denemelerini yapıyor. Aynı yıllarda New York’taki gay müzik kulübü Stonewall Inn’in polis tarafından basılması üzerine başlayan ayaklanma, eşcinsel hakları için bir dönüm noktası -aynı zamanda yeraltı disco’ları ve partilerinin patlamasına da vesile oluyor.

New York'taki ikonik gay müzik kulübü Stonewall Inn


New York’un ikonik partilerinden herhalde en iyi bilineni, David Mancuso’nun kendi evinde düzenlediği “The Loft” partileri olsa gerek. Ortada henüz bildiğimiz anlamda disco müziğinin olmadığı o günlerde düzenlenen bu partilerde; Afrika’nın yerel müziklerinden esinlenmiş kayıtlar, İngiliz psychedelic rock grupları, Fred Wesley gibi genç funk-caz müzisyenlerinin parçaları çalınmakta art arda. Parti mesihi olarak da adlandırılan Mancuso, baş harfleri bir tür uyuşturucuyu çağrıştırdığı söylenen “Love Saves the Day” partilerine uzun süre devam ediyor. 1970’lerin başlarında dönemin “dışlanmış çocukları” olarak görülebilecek gay komünitesi, siyahlar ve Hispanik Amerikalı genç kitlelerin yarattığı büyük bir sinerji bu. Buna bir de dans etmeyi kolaylaştıran disco edit’leri, mixer, subwoofer ve tweeter gibi yeni ses teknolojileri de eklenince, disco kültürünün temellerini atılıyor. Ana akımın içinde yer bulamayan bu insanlar, kendi renklerini ve zevklerini de bu ütopik ortama taşırken aslında farkında olmadan yeni bir modayı da başlatıyorlar.

Studio 54'ün kapısında bekleyen kalabalık

Disco kuşağının ilk yıldızlarından The Trammps’in, “Disco Inferno” adını verdiği albümü 1976 yılında çıkıyor. Takip eden yıl ise iki önemli gelişme disco çılgınlığının dönüm noktası oluyor: İlki, ismi bugün bile heyecanla hatırlanan ünlü gece kulübü Studio 54’ün açılması. Dört yılı aşmayan kısa ömrüne rağmen Studio 54, hala bile gece hayatı ve müzik dünyasında büyük bir etkiye sahiptir. Mekânın şöhreti öncelikle disco müdavimlerinin renkli kişiliklerinden ve sonra da oraya onların peşinden akan ünlü simalardan kaynaklanıyor. Woody Allen’dan Grace Jones’a, Salvador Dali’den Mikhail Baryshnikov’a herkesin gittiği bu kulüp, yaklaşık bin kişilik kapasitesiyle de dönemin en büyük dans mabedi oluyor.


CUMARTESİ GECESİ ATEŞİ

1977’de disco kültürü adına diğer önemli olay, John Travolta’nın başrolde New Yorklu İtalyan bir hırdavatçı çırağını oynadığı “Cumartesi Gecesi Ateşi” filmi oluyor. Hareketli dans sahneleriyle bir anda milyonları etkisi altına alan bu film, sadece Amerika’da değil bütün dünyada disco modasının hızla yayılmasını sağlıyor. Tabii bu popülerleşme disco müziğini kültür endüstrisinin bir oyuncağına dönüştürüyor. Bir yanda Bee Gees ve Abba gibi global pop-disco gruplarının sayıları hızla artarken, diğer taraftan ticari içgüdüleri güçlü prodüktörlerin ellerinden çıkma Village People gibi proje gruplar, türü hakimiyeti altına alıp hızlıca kitleselleştiriyor. Disco, adeta yeni bir tüketim nesnesi haline geliyor. Dönemin disco kralı Nile Rodgers’ın grubu Chic’in sözleri ile “herkes dans etmektedir” ve güzel zamanlar hiç bitmeyecek gibidir ama sonun başlangıcı daha 1980’li yıllar gelmeden kendini gösteriyor. Sağcı muhafazakâr Amerikalılar arasında yükselişe geçen “Disco Sucks” akımının doruğa ulaştığı yıl olan 1979’un Temmuz’unda bir beyzbol sahasında 10 bine yakın disko plağı yakılıyor! Bunu ertesi sene Studio 54’ün ruhsatını kaybederek kapanması izliyor. 1980’lerin ilk yıllarında başlayan AIDS salgını ise gece hayatının en önemli müdavimlerinden Amerika’da eşcinsel toplulukların en büyük kâbusu hâline geliyor. Nereden nasıl çıktığı doğru dürüst anlaşılamadan bir anda parlayan disco akımı, yine bir rüzgâr gibi geçtikten sonra yavaş yavaş ortalıktan kayboluveriyor. Veya herkes öyle olduğunu sanıyor.

'Cumartesi Gecesi Ateşi' filminden bir dans sahnesi


Halbuki dans müziklerinin anası olarak sayılabilecek bu tarz, kendinden sonra gelen bütün dans akımlarının içine sızıyor, adeta bir hayalet gibi gezinmeye başlıyor. 80’lerde Avrupa’nın en sıcak kanlı insanları İtalyanların ellerinde, synthesizer’larla birleşerek “Italo-Disco” adını alıyor. Diğer taraftan pop müziğe sızmaya başlıyor: 1990’ların en büyük hitlerinden “Gettin’ Jiggy With It”, Sister Sledge’in “He Is The Greatest Dancer”ından alıntıdır. 1990’larda kulüplerde hızla yükselişe geçen house müziği parçalarının çoğunda, 70’lerin disco plaklarından alınmış irili ufaklı sample’lar uçuşmaktadır. Daft Punk’ın 2000 yılında çıkan efsanevi albümü Discovery, 70’ler ve 80’lerin disco parçalarından kes-yapıştırlar ile doludur. Takip eden yıllarda Norveçli üç prodüktör, Lindstrøm, Prins Thomas ve Todd Terje, geçmişle geleceği “Space Disco” adı verilen tarzda birleştirir. Bugün ise Purple Disco Machine ve Nu Genea gibi isimlerle gelenek devam ediyor. Kısacası disco’nun hayaletleri hala ortalıkta dolanıyor; Büyük Ev Ablukada’nın dediği gibi “aramızdan süzülerek, sana bana dokunarak” içimizde geziniyor. Öyleyse onları kutlamaya devam edelim!



bottom of page