Hayat dedikleri, kocaman bir örgü kazak. Doğduğumuz andan itibaren her gün ilmek ilmek ördüğümüz; rengini iyilikten, mutluluktan, sevmekten, paylaşmaktan alan; renklendikçe büyüyen, büyüdükçe daha çok ısıtan bir kazak. Her günümüz, küçük bir ilmek. Ve her bir küçük ilmek insan olmayı, iyi olmayı, aydınlık yollardan yürümeyi biraz daha öğrenmek, biraz daha bilmek demek. Bazen çok sevindiriyor hayat bizi. Ama nasıl bir sevinmek! Bazen tahmin edemeyeceğimiz kadar çok yoruyor. Ama ne yorulmak. İnsan bazen çok büyük ümitsizliklere kapılıyor, bazen tüm dünyayı sırtlanacak gibi oluyor. Bazen yürümekle bitmiyor yollar, bazen bir adım dahi atacak gücümüz kalmıyor. Hayat bazen iki ters, bazen bir düz. Ne çok ikilem, hayat ne çok denklem!
Hata mı yaptın, yeniden dönüyorsun yolun başına.
Yine başla örmeye diyor hayat sana, yanlış mı attın o başlangıçtaki ilmeği, dön geri, yeniden başla.
Gerekiyorsa her gün yeniden. Gerekiyorsa bir gün iki ters, ertesi gün bir düz. Çünkü hayatın öğretme yöntemi bu; bizi önce sınav yapıp dersleri sonra veriyor. Doğduğumuz coğrafyanın, üzerine bastığımız toprakların, nefesini soluduğumuz ağaçların, rayihasına kandığımız çiçeklerin renkleri her gün yeniden boyuyor kazaklarımızı. Kendi toprağımızın sümbülleri gibi kokuyoruz neşeli yaz günlerinde.
Bazen yüksek, ıssız dağlarımızın başındaki dumanın sisi iniyor gözlerimizin önüne. Kendi nehirlerimizin suyunda yıkanıyor, kendi güneşimizde ısınıyor, kuruyor, yanıyoruz. Bu topraklar bize ne öğretiyorsa günbegün, ilmeklerimizi mutlaka o bilgiyle atıyor, o renk kazaklar kuşanıyoruz. Toprak biliyor. Toprak öğretiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun toprak, üzerinde yaşayan insanları önce yaşken eğiyor, sonra da bir ömür eğitiyor.
Çok zor günlerden geçtik. Hayat bizi önce sınav yapıp dersleri sonra vermeye devam ediyor. Hepimizin üzerinde bir ağırlık, bir hüzün, başımızın üzerinde dağlarımızın tepesinde dönüp duran duman var. Ne kadar soğuk sular içsek de acı, dilimizin üzerinden silinip gitmiyor. Ne kadar gözümüzü kapatsak da o sızı aklımızdan çıkmıyor. Sürekli bir rahatsızlık. Bir türlü geçemediğimiz sınavlar rüyalarımıza girip duruyor. Üzerimizdeki yün kazak sırtımızı, elimizi, kolumuzu, ensemizi kaşındırıp duruyor. Oysa o güzelim kazakların yumuşacık olması, sıcacık tutması için onları otomatik tezgahların değil, ellerin şefkati, yüreklerden paylaşılan iyilikler, bir diğerinin yüzüne yerleştirilebilen mutlulukların örmesi gerekiyor. İnsan bunu ara ara unutsa da, aslında içten içe çok iyi biliyor. Çünkü bu topraklar nasıl ki iyi dokunuşların yüzü suyu hürmetine dönüyorsa, bizi ısıtan o ilmeklerin en sağlamları da iyilikle, iki elin beklentisizce birbirine dokunmasıyla, iki gözün birbirine şefkatle değmesiyle atılıyor. Hayatın öğretme yöntemi maalesef bu; bizi önce sınav yapıp dersleri sonra veriyor. Sınavlardan geçenlerimizin kağıtlarında ise hep aynı şey yazıyor; “Hiç tanımadığın bir insana, yalnız hisseden bir çocuğa, yersiz yurtsuz bir hayvana, bir dalı kırılmış zayıf bir ağaca, hiç yoktan koparılıp atılmış bir çiçeğe bir faydan dokunmuş senin,bir iyilik etmişsin. Elini uzatmış, dikkatle dinlemiş, bir avuç su vermiş, karnını doyurmuşsun. Avucunda ne kadar olduğuna bakmadan paylaşmış, ekmeğini cömertçe bölmüş, ciğerine nefes olmuşsun. Verdikçe çoğalmış, paylaştıkça büyümüşsün. Varlığını anlamlandırmış, onurlandırmışsın. Sen, yolunun yönünü bulmuşsun.” Hayatın sınavı çok, dersleri bazen çok ağır. Oysa cevaplar hep en kolay yerde; avucunun, kalbinin, iyi niyetinin içinde. Onlarca sınava girsek de doğru cevabın yönü aslında hep aynı yere bakıyor; iyiye, ilmek ilmek iyiyi örmeye.
Hayat dedikleri, kocaman, sıcacık bir kazak. Her bir günümüz, küçücük bir ilmek. Arada bir kendimize hatırlatmamız gereken şey ise şu; attığımız her bir ilmek, gerçekte olduğumuz insanı, kalbimizde taşıdığımız iyiyi ve nabzımızın her atışında kendini hatırlatan yumuşacık merhameti paylaşmak için taptaze, yepyeni bir şans demek.
Comments