Adını, Wong Kar-wai’nin ikonik filminden alan In The Mood For Love markasının kurucusu ve kreatif direktörü Banu Bora, bu ismi her an “aşkta kalmayı” hatırlattığı için seçtiklerini söylüyor. Kadınların özgüvenini artırmayı ve cinsiyet kalıplarını yıkmayı hedefleyen ITMFL, başarılı oyuncu Büşra Develi’nin duruşu ve karakteriyle birebir örtüşüyor. Bora ve Develi ile doğanın içinde yaptığımız çekimde tasarım ve modadan konuştuk.
BÜŞRA DEVELİ
İnsan bazen sınırlarını ve yeteneklerini fark etmekte zorlanabiliyor. Günlük hayatın telaşı, toplumsal beklentiler veya öz eleştirinin ağırlığı, bireyin kendi potansiyelini keşfetmesini engelleyebiliyor. Kendimizi ve yeteneklerimizi tanımlamak, fark etmek, üzerinde düşünmek zaman alıyor ve aslında bu sürecin bir parçası da deneyimle, yanılmayla şekilleniyor. Oyunculuğa ilişkin bu sınavlardan geçti mi? Potansiyelinin farkına ne zaman vardın?
Ben bu anlamda çok şanslıydım çünkü ne istediğimi çocukluğumdan beri biliyordum. Olacağını da biliyordum. O yüzden hayatta ne yapmam gerektiğine dair düşünme ve deneme- yanılma mesaisini harcamama gerek kalmadı. Daha doğrusu, o zamanı mesleki ve kişisel gelişimime harcadım diyebilirim. Ama her ne kadar on sene önceden bahsediyor bile olsak, hızlanan zaman algısı, başarılı olmak için maruz kaldığımız baskı, değişen ekonomik ve sosyal dengeler, sosyal medya aracılığı ile etkileşime geçilen yaşamlarla kıyaslanan benlik; bugün ne yapmak istediğine karar vermeye çalışan gençleri ve kariyerinde yol ayrımında olan yetişkinleri epey zorluyor ve ciddi bir panik yaratıyor. Bu da tuhaf bir paradoksa dönüşüyor: Panik yaptıkça harekete geçemediğimiz, harekete geçemedikçe panik yaptığımız.
Oyunculuk tek başına icra edilse de aslında her isim bir şirket gibi çalışıyor. Ardında bir yönetim barındırıyor. Bugün içerisinde Büşra Develi olan bir proje de bu anlamda kendi potansiyelini baştan ifade eden bir imzaya dönüşüyor. Kendini bu anlamda şanslı hissediyor musun?
Bu kısmen doğru. Evet, bir oyuncunun arkasında bir ekip ve yönetim olması gerekiyor, ama bunun gerçekten yerleşebilmesi için eğlence sektörünün daha oturmuş bir yapı haline gelmesi lazım. Türkiye’de maalesef bu durum oturmuş değil. Bir işin sağlam bir zemine oturabilmesi için sadece ticari başarı değil, aynı zamanda kurumsal bir altyapı ve uzun vadeli bir bakış açısı da gerekiyor. Yatırımın sürekli akacağı ve işgücünün eğitim ve kariyer gelişiminin destekleneceği bir ortam yaratılmalı. Böyle bir temel olmadığı sürece de bu alanda gerçekten bir kültür oluşturmak zor. Pek çok alanda olduğu gibi, bu sektörde de yapı eksikliği var ve bu eksiklik nedeniyle işler sürekli bir sistem altında ilerlemekte zorlanıyor. Bu da menajerlik gibi oyunculuk kariyerinin sürdürülmesinde destekleyici olması gereken alanları etkiliyor. Güvenilir bir menajerlik sistemi oluşturmak bile zor, çünkü sektörün kendisi henüz tam olarak kurumsallaşmış değil. Projelerde kendi imzamı yaratmaya çalışsam da bu yapının eksikliği yüzünden tam anlamıyla şanslı hissetmiyorum.
Oyunculuk biraz da değişimin kendisi aslında. Buna açık olmak, yeni bir şeyi deneme cesareti göstermek, sonsuz olasılıklardan hangisine denk geleceğini bilememek korkutucu bir şey mi? Attığın adımı yüz kere düşünenlerden misin yoksa şansın yanında olacağına inananlardan mı?
Bu, zaman içinde çok değişiklik gösterdi aslında. Çok korktuğum, sürekli adımlarımı sorguladığım dönemler oldu; bazen de hiçbir şeyi umursamadan risk alabildim. Şansıma güvenmekle yetinmeyip o şansı kendim yaratmaya çalıştığım zamanlar da oldu. Ama zamanla sanatın doğasında bir garanti ya da güvenlik duygusu olmadığını fark ettim. Sanat, ne kadar kendinizi geliştirmiş olursanız olun, sürekli bir bilinmezlik ve belirsizlikle ilerleyen bir yol. Bu yüzden, o kaygıyı ve güvensizliği yönetebilmenin, hatta onlarla yaşamayı öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Bu sürecin aslında hiç bitmeyeceğini, hâlâ o dengeyi bulmak için çabaladığımı da söyleyebilirim. Bu öyle bir alan ki, insan kendine bir merkez noktası bulmazsa ve oraya bir çıpa atmazsa savrulması an meselesi. Bu yüzden ben hep kariyerden ziyade, sanatı ve deneyimin kendisini merkezde tutmaya çalıştım. Oyunculuk da yapısı gereği yaşamdan beslenen, onu dönüştüren ve ona çıpa atan bir uğraş. O yüzden ben de kendimi bir role veya başarıya değil, yaşamın kendisine “çıpalamaya” çalışıyorum. Sanat yolculuğumun da bu ilişki üzerine kurulu olması gerektiğine inanıyorum. Sanırım bu da hayat boyu sürecek bir çaba olacak.
Bir oyuncu, karakterin iç dünyasını ve motivasyonlarını anlamak için güçlü bir içsel farkındalığa ihtiyaç duyar. Bu farkındalık, yalnızca karakterin ne söylediğini değil, aynı zamanda ne hissettiğini, düşündüğünü ve bastırdığını da gözler önüne serebilmesini sağlar. Bu anlamda karakterlerle ilişkini nasıl kuruyorsun?
Yeni biriyle tanışıyormuş gibi bir yaklaşım benimsiyorum. Gerçek hayatta bir insanı anlamaya çalışmak gibi; bazen kendinize çok yakın bulduğunuz, anlamak için can attığınız birine dönüşüyor karakter. Bazen de sizi zorlayan, istemediğiniz ya da yüzleşmeye hazır olmadığınız duyguları tetikleyen birine. Neticede her iyi yazılmış karakter, aslında hayatınıza giren bir kişi gibi sizi dönüştürüyor, kendinizle yüzleştiriyor. Yani bir karakterle ilişki kurarken baştan gönüllü olmak ve cesaret göstermek gerekiyor. Çünkü bu yolculuğun nereye varacağını, hangi duygulara ve düşüncelere sürükleneceğinizi asla bilemiyorsunuz. Karakterin dünyasına girmenin, günün sonunda aslında kendinize dair de yeni şeyler öğrenmek demek olduğunu fark ediyorsunuz. Başlangıçta bu bir korku yaratabiliyor tabii... Hep heves olmuyor insanın duygusu. Ancak kendini tamamen açabilmek için de önce bu endişeyi yönetmek gerek. Çünkü “iyi yazılmış” karakter, kendinin farklı yönlerini açığa çıkarıyor. Bazen bir kırılganlık, bazen bir güç, bazen de karanlık bir yüzleşme... Kendin ve karakter arasında bir köprü kurmak işin büyüsü oluyor.
Hafif mesafeli bir duruşun var. Ben bunu oldukça cool buluyorum. Samimiyetin zamanla serpilebilecek, paylaştıkça artması gereken bir şey olduğuna inanıyorum. Sınırlara inanır mısın?
Kendimi mesafeli değil, daha çok hem kendime hem de başkalarına saygılı biri olarak görüyorum. İnsanların sınırlarını ve kendi sınırlarımı yok saymamak bana gerçek içtenlik gibi geliyor. Belki de mesafe olarak algılanan şey bu. Bence buna mesafe dediğimizde aslında samimiyetin ne olduğunu da tanımlamış oluyoruz. Açıkçası, mesafenin zıddının samimiyet olduğunu düşünmüyorum. Hatta tam tersine, sınırları tanıdıkça samimiyetin daha güçlü ve anlamlı hale geldiğine inanıyorum. Çünkü samimiyet, zamanla ve karşılıklı güvenle gelişen bir şey. Bu yüzden sınırları korumak aslında samimiyeti destekleyen bir şey diye düşünüyorum.
İş ve sosyal hayatta aynı kişi misin?
Tabii ki aynı kişiyim, ama farklı yönlerimi masaya koyuyorum. İş hayatında profesyonel bir çerçeve içinde olmak gerekiyor;bu, sadece benim için değil, her işte böyle. Sosyal hayatta tabii ki daha rahat ve esneğim ama bu özümün değiştiği anlamına gelmiyor. Her iki alanda da aynı değerler ve prensiplerle hareket ediyorum, sadece ortama ve duruma uygun bir tavır alıyorum.
Şöhret kaçınılmaz olarak geliyor. İnternet çağında da neredeyse performanstan daha çok önemsenen bir şey haline dönüştü. Bu açıdan yaklaştığında ün, sosyal bir kimlik olarak benimsenebilen bir şey mi? Baş edilmesi gereken bir durum mu, kabul edip alışılması gereken bir durum mu?
Eğer kimliğiniz henüz yeterince güçlü değilse veya onu tam olarak oluşturamadan böyle bir durumla karşılaşırsanız, iç içe geçme tehlikesiyle karşılaşmanız çok olasıdır. “Ben” ötekiyle oluşur; bu nedenle, o öteki “ben”e bu kadar kuvvetli bir müdahalede bulunduğunda, çok dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Şöhret, bir koltuktur. Sen oturmazsan, başkası oturur. Bu yüzden esas olan yaşamdır. Koltuğun büyüsüne kapılmama taraftarıyım.
Modayla aran nasıl? Seçici misindir yoksa amaca yönelik ürünleri sever misin?
Dönem dönem değişkenlik gösteriyor. Giyim benim için modadan ziyade, o anki ruh halim ve kimliğimi yansıtma biçimimle ilgili. Bazı günler, sadece “çıplak olmamak” için giyiniyorum. Ama bazen de kıyafetlerimle kendimi ifade etmek, kimliğimi görünür kılmak istiyorum. Modayı yakından takip etmek gibi bir çabam yok; daha çok içsel bir hisle şekilleniyor seçimlerim. Kimi zaman sade ve işlevsel bir tarzı, kimi zaman da daha özenli ve kendimi ifade eden parçaları tercih edebiliyorum.
Kadın dayanışması ve toplumsal cinsiyet politikaları hakkında ne düşünüyorsun?
Türkiye’de kadın dayanışması ve toplumsal cinsiyet politikaları, artık temel bir insani gerekliliğe dönüştü. Kendi başına dayanışmanın etkisi sınırlı; mevcut sistemde kadın dayanışmasıyla yaratılabilecek değişimin ölçeği çok küçük kalıyor. Biz kadınlar, resmen sistematik olarak korkuyla yaşamaya, değersizleştirilmeye alıştırılan bir sosyolojinin içinde var olmaya zorlanıyoruz. Bu durum artık bir trajediye dönüştü. Bugün, 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi dışında kadınların korunabileceği bir çözüm yok gibi görünüyor. Bu durumun yasalarla desteklenmesi lazım.
BANU BORA
Aşk Zamanı” benim dünya sinemasında en sevdiğim filmlerden biri. Filmin kostüm tasarımı atmosfer yaratımında da çok önemli bir yer tutuyor. Derin kırmızı, mavi ve yeşil tonlarıyla kostümler karakterlerin içsel durumunu yansıtmayı başarıyor. Senin tasarım yolculuğun nasıl başladı? Filmle ilgili neler düşünüyorsun?
Moda tasarımcısı olmak çocukluğumdan beri hayalimdi. Hep biliyordum bu mesleği yapmak istediğimi... İlk söylediğim iki kelime kitap ve maksi; o sırada maksi paltolar modaymış. Annemden istemişim. Moda ve edebiyat iki tutkum. “Aşk Zamanı” gerçekten de büyüleyici bir film. Hem hikâyesi hem de görsel diliyle kendine özgü bir duygusal yoğunluk yaratıyor. Wong Kar-wai'nin yönetmenliği ve Christopher Doyle’un görüntü yönetimiyle; özellikle kırmızı, mavi ve yeşilin o derin tonlarının karakterlerin duygusal dünyasını yansıtma şekli, filmi adeta bir görsel şiire dönüştürüyor.
Showroom’a ilk geldiğimde kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum. Sadece pullar değil, mavinin ve kırmızının tonları da özenli birer imza. Markanın tasarım felsefesinden ve yolcululuğundan bahseder misin?
Tasarımlarım, payeti bile günlük hayatında ustalıkla taşıyan, her daim şık ve zarif, ancak bu zarafeti spor dokunuşlarla dengeleyen güçlü bir kadın imajını yansıtıyor. Bu kadın, stilinde cesur ama aynı zamanda sofistike bir çizgiyi benimsiyor; girdiği her ortamda özgüveniyle fark yaratıyor. ITMFL müşterisi, marka algısı genç olsa da esasında yaşsız bir müşteri. Pek çok müşterimizi anne kız giydiriyoruz. Koleksiyondan farklı parçaları seçiyorlar. ITMFL; hepimizin kadın olarak içimizdeki gücü ve ışıltıyı yansıtan, bizi öne çıkartan bir marka. Aynı anda gülümseten ve modunu yukarı çeken bir marka. Bu kategoriye “Dopamin Giyim” diyoruz biz. Bir anda ruh halinizi değiştiren ve sizi kutlama havasına sokan tasarımların markasıyız.
Virginia Woolf, “Orlando”da, “Kıyafetler kişinin kim olduğunu, hatta nasıl hissettiğini bile değiştirebilir” diyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Virginia Woolf’un dediği gibi, kıyafetler gerçekten de kişinin kimliğini ve hislerini dönüştürebilir. Ben de kıyafetlerin bir tür ifade gücü taşıdığına inanıyorum; onları giymek sadece dışarıya değil, içimize de hitap eder. Kendini güçlü hisseden bir kadın, payetleri günlük hayatına taşıyarak bu gücünü yansıtır ve daha da özgüvenli hale gelir.
Markanın hedef kitlesinde kimler var? Stilini oturtmuş, tarz sahibi kadınlara yönelik tasarımlar yapıyormuşsunuz gibi hissediyorum. Sen bu konuda sınırlar koyan biri misin?
Hedef kitlemiz, dediğin gibi stilini oturtmuş, özgünlüğe önem veren ve güçlü bir moda anlayışına sahip kadınlardan oluşuyor. Zarafeti, cesareti ve günlük hayatında bile şıklığı tercih eden kadınlara hitap ediyoruz. Ancak bu konuda sınırlar koymayı çok doğru bulmuyorum çünkü tasarımlarımız her yaşa ve her stile adapte olabilecek esneklikte. İster şık bir akşam davetinde ister gündelik bir ortamda olsun, kadınların içerisinde kendini iyi hissettiği, özgüvenle taşıdığı parçalar yaratmak asıl hedefimiz.
Sence güncel kalmanın, bir markanın cazibesini korumanın sırrı ne?
Bence güncel kalmanın ve markanın cazibesini korumanın sırrı, değişime açık olmak ama aynı zamanda kendi özgün çizgisini kaybetmemek. Modada yenilikler çok hızlı gelişiyor, ancak markanın özünü yansıtan bir imza stili varsa, bu kalıcılığı ve sadık bir kitleyi beraberinde getiriyor. İkinci olarak, hedef kitlenin yaşam tarzını ve ihtiyaçlarını anlamak önemli. Güncel trendlere kendine özgü bir yorum katarak uyum sağlamak, zamansızlıkla yeniliği dengede tutmak, cazibeyi canlı tutuyor.
“Kadın” olmanın erkekler tarafından çizilmiş gözle görülmez kuralları var. Makbul olmak için bir onay mekanizmasına bağlı hayatlar yaşıyoruz toplumda. Kadının ince şehvetini, aşkını ve tüm renklerini, ışıltısını gösteren tasarımlarınız var. Sen nasıl bakıyorsun toplumla kadın arasında olan bu ilişkiye? Tasarım bu anlamda manifesto barındıran bir süreç mi senin için?
Tasarım benim için bir manifesto; kadınların toplumun çizdiği sınırları aşmasına destek veren bir ifade aracı. Kıyafetlerimle kadının özgüvenini, şehvetini ve özgürlüğünü vurgulamak, toplumsal kalıpların ötesine geçmesini sağlamak istiyorum. Kadının iç dünyasını ve enerjisini yansıtarak, onun kendi yolunu aydınlatan bir dil oluşturmak hedefim.
Sana en çok ne ilham verir?
İlham kaynaklarım önce kızlarım Zeynep ve Leyla. Ardından seyahatler ve sanat geliyor. Sanat, besin kaynağım; hayatımı güzelleştiren, zenginlik katan ilham kaynağım. Sergilere, konserlere, sinemaya, tiyatroya gitmek ve edebiyat benim bir parçam. Gözüme çarpan her güzellik ve bir sanatçı ile paylaştığım alan kendi dünyamda, işimde bir şekilde yer buluyor. Bazen duyduğum bir melodi ya da bir sahne, bir duygu getiriyor gözümün önüne ve o yeni başlayacağım koleksiyonun ilhamı, o dünyaya giren bir kapı oluveriyor. Bu etkileşimler sihirli...
Tasarım yolculuğunda farkındalık uyandıran bir evre yaşadın mı?
Moda endüstrisi çok büyük dalgalanmalarla karşı karşıya. Hem yapay zekanın etkisi, pandemi süreci, savaşlar, sosyal medyanın etkileri... Tüm bunlar modanın eskisinden de kontrol edilemez bir hızla evrilmesine sebep oldu. Ben artık bildiğimiz her şeyin eski olduğunu düşünüyorum. Moda bundan bir yirmi yıl önce tüm seçimlerimizi yönetirdi. Artık tek bir moda yok; akımlar var. Bunların da bir çoğu sosyal medyada doğuyor, tüketiliyor ve ölüyor. Bu süreç, bana her şeyin eskisinden farklı olduğunu ve modanın hızla değişen dinamiklerine ayak uydurmanın, sadece estetik değil, aynı zamanda kültürel, teknolojik ve toplumsal bir anlayış geliştirmekle mümkün olduğunu öğretti. Tasarım artık sadece görsel bir ifade değil, bu hızla evrilen dünyayı anlamak ve buna göre şekillendirmek anlamına geliyor.
RÖPORTAJ: EBUBEKİR ELKATMIŞ
FOTOĞRAF: JİYAN KIZILBOĞA
FOTOĞRAF ASİSTANI:: MUSTAFA BERBER, FURKAN KUMAŞ, JOY NAHUM
STYLING: TOPRAK EREN GÜLDURAN
STYLING ASİSTANI: DENİZ DİKBAYIR
SAÇ: REMZİ ATEŞ
SAÇ ASİSTANI: ADEM SEKEL
MAKYAJ: HİDAYET KORKMAZ
Comments