Platonik Aşkın Sanatla Yükselişi
- Zuhal Demirarslan

- 23 Eyl
- 3 dakikada okunur
Bazı sanat eserleri görünenin çok ötesinde anlamlar taşır; onlar, duyguların ve felsefenin görsel bir yansıması gibidir. Gustav Klimt’in başyapıtı “Öpücük”, tüm ihtişamıyla tam da böyle bir eser. Bu tablo, yalnızca iki âşığın tutkulu anını değil, aynı zamanda fiziksel sınırları aşan platonik aşkı sembolize eder. Altın rengi
ve sembollerle örülü bu eser, sanatçının ilham kaynağı Emilie Flöge’ye duyduğu, bedensel olandan çok daha yüce ve yaratıcı bir sevginin sessiz bir kanıtıdır. Klimt, bu eserle Emilie’ye duyduğu platonik aşkı, Platon’un İdea’lar dünyasını andıran sembollerin diliyle ölümsüzleştirdi.

Viyana’daki Belvedere Sarayı’na gidişimin tek sebebi, Gustav Klimt’in ölümsüz eseri “Öpücük”ü görmekti. Yukarı Belvedere’ye yürüyerek giderken, sarayın muhteşem bahçeleri, beni asıl görmek istediğim sanatın büyülü dünyasına hazırladı. Uzun koridorlardan geçip, Klimt’in eserlerinin olduğu galeriye ulaştığımda, nihayet onunla yüzleşmeye hazırdım.
İlk bakışta bir erkeğin bir kadını öptüğü bir sahneyi resmedergibi görülse de “Öpücük”, gözle değil kalple bakılacak eserlerden biriydi. Bu eser bir sanat harikası olmasının yanı sıra, binlerce yıllık felsefi bir kavramın, yani Platonik aşkın en saf ve en görkemli yansıması olarak karşımda duruyordu.

Felsefenin babalarından Platon, “Şölen” adlı eserinde aşkın en yüksek formunu anlatır. Onun için aşk, bedensel tutkulardan başlayıp, fiziksel güzelliği aşarak, nihayetinde İdea’lara, yanisaf ve ebedi güzelliğin kendisine yükselme yolculuğuydu. Ona göre Eros; Poros (kaynak, fazlalık) ve Penia (yoksulluk, eksiklik) adlı varlıkların çocuğudur. Yani aşk, tam da eksikliğin ortasında belirir. Bu eksiklik yalnızca acı verici olmakla kalmaz, aynı zamanda bizi dönüştürür; daha yaratıcı, daha derin düşünen ve daha içe dönen insanlar haline getirir. Platonik aşk bu yüzden, tamamlanamamanın acısı içinde “yeniden var olma” enerjisidir. Eros, doğası gereği asla tamamen sahip olamayacağı şeye yönelir. Eksikliğin kıyısında, tamamlanma arzusuyla yanar. Bu yanma, sadece bedensel bir çekim değil; ruhun kendini bilme çabasıdır. Eros’un ıstırabı, arzunun ulaşılamaz olana uzandığında doğar. Çünkü bir şeye sahip olmanın coşkusu geçicidir; ama ona asla tam anlamıyla ulaşamamanın hüznü, insanın içinde derin bir yankı bırakır.Klimt bu ıstırabı sanata dönüştürürken, bedensel olarak ulaşamadığı sevgilinin varlığını zihninde çoğaltır. Belki de platonik aşk, en çok burada filizlenir: Gerçekleşmeyen arzunun yarattığı boşlukta, insan kendini hem en kırılgan hem en yaratıcı halinde bulur. İşte Klimt’in “Öpücük”ü, bu felsefi yolculuğun en güzel anlatımı gibiydi. Tabloya yaklaştıkça, her bir altın varak, Platon’un bahsettiği o manevi aydınlanmayı yansıtıyordu. Bir uçurumun kenarında, altından bir kozanın içinde duran bu iki figür, dünyevi olanı geride bırakmış, kendi kutsal alanlarında var oluyorlardı. Gözleri kapalı, dizlerinin üzerine çökmüş olan kadın figürü, bedensel arzuları aşan bir teslimiyet ve huzur içindeydi. Erkek figürü ise onu koruyucu bir şekilde kucaklamış, yüzünü yanağına yaslamıştı. Bu, fiziksel bir öpücükten çok, iki ruhun birbirine sığınması gibiydi.
Bu tablonun arkasındaki hikâye, bizzat sanatçının kendisi ve ilham kaynağı Emilie Flöge’nin hikâyesiydi. Klimt, Viyana’nın en tanınmış ve skandal yaratan sanatçısıyken, Emilie bir moda tasarımcısıve başarılı bir iş kadınıydı. Aralarındaki ilişki, Klimt’in diğer ilişkilerinden farklı olarak, hiçbir zaman fiziksel bir birlikteliğe dönüşmedi.

Erkek figürünün cübbesindeki keskin, köşeli motifler ve kadının elbisesindeki yumuşak, dairesel desenler, aralarındaki karşıtlığı vurguluyordu. Sanki biri mantığı, diğeri duyguyu temsil ediyordu. Ama bu zıtlıklar, birbirlerine karışarak, tablonun genelindeki altın renkli bütünlükte eriyordu. İşte o an anladım: Bu hikâyede şehvetten çok, Platon’un bahsettiği gibi, derin bir saygı, anlayış ve ruhsal bir birlik vardı. Emilie’nin modern ve bağımsız duruşu, Klimt’in sanatsal vizyonunu tamamlıyordu. Onların platonik aşkı, fiziksel bir birlikteliğe ihtiyaç duymadan, sanatın en saf ve en yaratıcı hâllerinden birine dönüşmüştü.
Belvedere’deki o serin salonda, “Öpücük”ün karşısında dururken, sadece bir tabloya değil, aynı zamanda felsefenin en yüce kavramlarından birinin sanata yansımasına bakıyordum. Bu eser, platonik aşkın, tüm sınırları aşarak saf bir yaratım enerjisine dönüşebileceğinin en güçlü kanıtıydı. Her fırça darbesinde, her altın parıltısında, Klimt’in Emilie’ye olan saygısını ve sevgisini hissedebiliyordum. O andan itibaren, “Öpücük” benim için sadece estetik bir başyapıt olmaktan çıktı; sevginin, yaratıcılığın ve ruhsal bağların gücünü anlatan felsefi bir manifesto oldu.


Yorumlar