Sürrealist Bir İkon: David Lynch
- Ebubekir Elkatmış
- 5 gün önce
- 2 dakikada okunur
Ocak ayında kaybettiğimiz yönetmen David Lynch’in sineması, rüyanın ve kâbusun iç içe geçtiği, gerçekliğin kaygan bir zemine dönüştüğü, tekinsizin aşina hâle geldiği bir evrendir. Onun dünyasında, sıradanın altında gizlenen tuhaflık, tanıdık olanın içinde saklı bilinmezlik her an ortaya çıkmaya hazırdır. Filmlerini izlerken hissettiğimiz huzursuzluk, aslında varoluşun da kaçınılmaz bir parçasıdır.

1946 doğumlu Lynch, gerçekten çok düşük bir bütçeye sahip ilk uzun metraj filmi “Eraserhead”i 1977’de tamamladı. Onu 1980 yapımı “The Elephant Man” takip etti ve kariyeri zamanla “Blue Velvet”, “Twin Peaks” ve “Mulholland Drive” gibi kült yapımlarla genişledi. Lynch’in sineması böylece hikâye anlatmakla kalmayıp, izleyiciyi imgelerle, seslerle ve sembollerle şekillenen yoğun bir deneyime sürükledi.
“Eraserhead”de Henry’nin karşısında duran deforme bebek, “Mulholland Drive”da kaybolan kimlikler ya da “Twin Peaks”in sisli ormanlarında yankılanan fısıltılar... Onun evreninde her şey, bilinçaltının derinlerinden gelen bir yankı gibiydi.Hollywood’un dayattığı formatlara karşın kendine özgü bir çözüm bulması Lynch’in uzun zamanını aldı ve 1997 yapımı “Lost Highway”de kara film temasını karmaşık bir biçimde işledi. Asıl büyük çıkışını ise “Mulholland Drive” ile gerçekleştirdi. Seyirciye sunduğu bu anlamın sınırlarını zorlayan bilmece, sinefiller tarafından neredeyse kutsal bir nesne haline getirildi.“Blue Velvet”in arkasındaki çürümüşlük, “Mulholland Drive”ın dolambaçlı yolları sadece korkunun değil, varoluşun da yansımasıydı. Ölüm ve yaşam arasındaki sınır, sürekli değişenbir geçiş alanıydı. Dostoyevski’nin ahlaki sorgulamaları yada Kafka’nın varoluşsal sıkışmışlığının belirgin bir şekilde hissedildiği filmografisinde, “The Straight Story” gibi sadece karanlık hikâyeler anlatan bir yönetmen olmadığını kanıtlayan örnekler de var.
Lynch, kendi sinematik dünyasını inşa ederken, aynı zamanda modern sinema için de yeni bir çerçeve oluşturdu. “Twin Peaks: The Return”de sadece bir devam hikâyesi oluşturmanın ötesine geçerek, işlediği temaların en kapsamlı yansımasını yarattı. Laura Palmer’ın ölümünü çevreleyen karanlık sırlar, bu kez sadece küçük bir kasabanın sınırlarında değil, evrenin kendisine yayılıyordu. İlk iki sezonda ve filmde canlandırdığı FBI Müdür Yardımcısı Gordon Cole rolüne geri dönen Lynch, karakteri daha merkezi bir konuma yerleştirerek ona bu devam hikâyesinde gösterişli bir performans kazandırdı.
Onun karakterleri, dünyaya alışılmadık bir gözle bakmalarıyla tanınır. Gordon Cole gibi, bazen duymayan ama bazı sesleri mucizevi bir şekilde hissedebilen figürlerdir onlar. Lynch’in sinemasına yaklaşmak da biraz böyle bir deneyimdir; bazen sadece anlamaya çalışırız. Bu deneyim hissetmenin ötesine çok zor geçer. Anlatım biçimi bazen düzensiz, bazen absürt ama her zaman hipnotik bir yapıya sahip olan yönetmenin hikâyeleri, klasik anlatı sinemasının sınırlarını aşar. Parçalanmış zaman algısı, birbirine dolanan kimlikler, gerçek ve hayalin iç içegeçtiği sahnelerle Lynch, kariyeri boyunca sinemanın en sıra dışı anlatıcılarından biri olarak kendini kanıtladı. İşte bu yüzden o bir büyücü, işte bu yüzden onun sineması bir mucizedir. Kariyeri, yalnızca izleyiciyi şaşırtan veya sarsan imgeler yaratmaktan ibaret sanılmasın; o aynı zamanda bilinçaltına açılan kapılar sunuyor, görünenin ardındaki gerçeklikleri keşfetmeye davet ediyordu. Bu yönüyle Lynch, sadece bir yönetmen değil, sinemanın bilinçaltıyla kurduğu ilişkinin en büyük keşifçilerinden biri olarak hatırlanacak.
Comentarios