“Yıldızlı Gece” ile İlk Karşılaşma
- Zuhal Demirarslan
- 2 May
- 3 dakikada okunur
Sanat tarihine baktığımızda, yıldızlar ve gökyüzü her zaman sanatçılar için güçlü bir ilham kaynağı oldu. Yıldızlar, evrendeki yerimizi sorgulatan ve hayallerimizin sınırlarını genişleten rehberler olarak görüldü. Bu kozmik ışık noktaları, farklı dönemlerde yaşayan sanatçıların eserlerinde umut, yalnızlık veya bilinmeyenin sembolü olarak yer bulurken, Van Gogh’un fırçasında “Yıldızlı Gece” adlı evrensel bir başyapıta dönüştü.

New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde (MoMA) yürürken, koridorun sonunda aniden “Yıldızlı Gece” ile karşılaştım. O anı asla unutamam. Kalabalık bir grup aynı noktaya bakıyordu. Onca zamandır kitaplarda, belgesellerde gördüğüm o tablonun gerçek halini nihayet görecektim. Kalabalığın arasından sıyrıldım ve gözlerim ona kilitlendi.İlk bakışta beklediğimden daha küçük göründü, ama birkaç saniye içinde tablonun derinliği beni içine çekti. Çılgınca kıvrılan gökyüzü, sarı ve turuncu yıldızlar, maviye bürünmüş fırtınalı bir gece. Yıldızlar adeta hareket ediyordu. Fırça darbeleri o kadar belirgindi ki, her dokunuş Van Gogh’un nefesini hissettiriyordu. Uzaktan bakmak yetmezdi; yaklaştıkça detaylar büyüyor, tablo canlanıyordu.Yıldızlar yoğun ve parlaktı. Her biri kendi ekseninde dönerken birbirleriyle senkronize hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Koyu mavi fonun üzerinde sarı ışıklar patlıyor, her bir yıldızın çevresinde renk dalgaları genişliyordu.Tablonun altındaki küçük köy, yıldızların gürültülü dansının aksine sessizdi. Yeryüzü, gökyüzünün ihtişamı karşısında suskun kalmış gibiydi. Birkaç evin penceresinden cılız ışıklar sızıyordu.O kaosun içinde bir denge vardı: Bir yanda dünyanın dinginliği, diğer yanda gökyüzünün karmaşası. Tıpkı insan ruhu gibi; bir yanda huzur arayışı, diğer yanda fırtınalarla boğuşan bir zihin. Eserin merkezindeki devasa selvi ağacı hemen dikkatimi çekti. Selvi, ölüm ve sonsuzlukla ilişkilendirilen bir simgedir. Sanat tarihçilerine göre Van Gogh, bu ağacı ölüm ve yaşam arasında bir köprü olarak resmetmiştir. Gökyüzü ile yeryüzü arasında yükselen bu selvi, belki de sanatçının kendi varoluşsal sorularına bir yanıt arayışını temsil ediyordu.
Van Gogh, “Yıldızlı Gece”yi1 889 yılında, hayatının en zor dönemlerinden birinde, Fransa’nın Saint Remy de Provence kasabasındaki bir akıl hastanesinde yaptı. Depresyon, anksiyete ve ruhsal çalkantılarla mücadele ediyordu. Hastanedeki odasının penceresinden Saint Remy köyünün büyük bir kısmını göremiyordu; aslında böyle bir manzara yoktu. Ama tablonun alt kısmındaki sakin köy, belki de geçmişin bir yansıması, huzur arayışının bir temsiliydi.
Bu güçlü anlatım, Van Gogh’un yalnızlığına ve umutsuzluğuna rağmen içindeki yaşam gücünüde yansıtıyor. Kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta yıldızlarınona “ölümsüzlüğü hatırlattığını” söylemiş ve şöyle yazmıştı: “Bu sabah pencereden, güneş doğmadan uzunca bir zaman önce, kocaman görünen bir sabah yıldızından
başka hiçbir şey görmedim... Yıldızların görünüşü her zaman beni hayal etmeye teşvik ediyor. Kendi kendime soruyorum, neden bizim için gökkubbede yer alanışık noktaları Fransa’da haritadayer alan siyah noktalardan daha az erişilebilir olsun? Tarascon ya da Rouen’e gitmek için trene binerken, bir yıldıza gitmek için ölümü kullanıyoruz...”
Ne yazık ki Van Gogh, bu eserin ve genel olarak sanatının ne kadar değerli olduğunu göremeden hayata veda etti. Yıldızlı Gece, onun yaşarken başarıya ulaşamayan pek çok tablosu gibi, ölümünden sonra büyük bir anlam kazandı. Bugün bu tablo, yalnızca bir gökyüzü manzarası değil, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını bir arada taşıyan, evrensel bir umut ve arayışın simgesi olarak sanat tarihindeki yerini koruyor.
Van Gogh’dan önce de yıldızlar ressamların ilgisini çekmişti. Onun ilham aldığı sanatçılardan Jean-François Millet, eserlerinde yıldızları daha dingin bir atmosferle tasvir etti. “Yıldızlı Gece Manzarası” adlı eserinde, köy yaşamının doğal döngüsü içinde yıldızlar huzurlu bir geceyi aydınlatıyordu.20. yüzyılda sanatçılar yıldızları daha soyut ve hayal gücüne dayalı biçimlerde ele aldı. Salvador Dali ve Joan Miro gibi sürrealistler için yıldızlar, bilinçaltının ve rüyaların bir parçasıydı. Dali’nin düşsel dünyasında yıldızlar, gerçeklikten kopmuş, sembollerle dolu bir evrenin kapısını aralarken, Miro’nun “Yıldızlar Serisi”, çocukluk hayallerini ve sınırsız hayal gücünü temsil ediyordu. Amerikalı sanatçı Georgia O’Keeffe ise yıldızları minimalist ve ruhani bir dille resmetti. Onun eserlerinde yıldızlar, sadelikleri içinde derin bir huzur ve sonsuzluk hissi verir. Edvard Munch ise yıldızları yalnızlık ve melankolinin simgesi olarak kullanmıştı.
MoMA’dan çıktığımda gökyüzüne baktım. Şehrin ışıkları yıldızları gizliyordu ama onların orada olduğunu biliyordum. Yıldızsızbir gökyüzünü hayal etmek bile insana kaybolmuşluk hissi veriyordu. Neyse ki, milyonlarca yıl önce parlayan yıldızların ışığı hâlâ karanlığı deliyor. Tıpkı büyük sanat eserlerinin, zamanın ötesine geçerek bugün de ruhumuza ışık tutması gibi.
Comments